resim: Wikimedia Commons: 20170531045913!Walpurgisnacht.jpg
“Hitler hakkında söyleyecek bir şey bulamıyorum”. Viyanalı yazar, dönem ve dil eleştirmeni Karl Kraus, 1933’te yazdığı ünlü “Üçüncü Walpurgis Gecesi” adlı denemesine böyle big giriş yazmıştır. “Uzun süreli düşünüş ve olayı ve onun harekete geçirici gücünü kavramaya yönelik çok sayıda girişimin sonucu olarak, beklentilerin önemli ölçüde gerisinde kaldığının” farkındaydı. Bazı çağdaşlarının – kesinlikle pek seveni yoktu – “çağdaş bir polemikçi” olarak, bugün Nazilerin “iktidarı ele geçirmesi” olarak neredeyse önemsizleştirilen şey hakkında bir “açıklama” yapabileceği beklentisinin gerisinde kaldı. Naziler sözde halkın geniş kesimlerinin desteğiyle meşrulaştırılmışlardı.
Yükselen itirazlar, 1933 ile karşılaştırmanın yanıltıcı olabileceğini, çok fazla telaş ve demokratik kurumlara çok az güven olduğunu söylüyor. Ancak seçim kampanyası ve 23 Şubat 2025‘te Almanya‘da yapılan seçimin sonucu, Karl Kraus‘un da itiraf ettiği gibi paradoksal bir tepki yarattı. Kraus, ayrıntılı ve sivri zekalı kitabının giriş tümcesinde şöyle diyor: İnsanın nutku tutuluyor ve aynı zamanda olup bitenler hakkında yorum yapmak için akla neredeyse çok fazla şey geliyor.
Sosyal Demokratlar, Yeşiller ve Hür Demokratlar’dan oluşan sözde “trafik ışığı” koalisyonunun en başından beri kamuoyu önünde pek şansı olmadığı gerçeğiyle başlayalım. Hatta – sanki siyasi eylem için bir kritermiş gibi – başta başbakan olmak üzere başrol oyuncularını sıkıcı olarak yaftalamaktan çekinmeyen, görünüşte eleştirel haberlerin sürekli sağanağına maruz kaldı. Aynı zamanda, birçok açıdan ilerici olan sözde Isıtma Yasası gibi, daha sonra kamuoyunda yoğun bir şekilde saldırıya uğrayan yasa tasarılarının aceleye getirilmesinden de büyük zarar gördü. FDP‘nin yıkıcı bir şekilde hareket ettiği varsayılsa bile, Springer medya grubunun, sözde sosyal medya ile uyum içinde, neredeyse sürekli olarak yalan haberler yaydığı, sözde saygın medyanın (acaba hangileriydi?) paralı yazarlarının ise koalisyon içinde süregelen çatışmalarla ilgili haberlere yer verdiği unutulmamalıdır. Sanki tartışma demokratik süreçlerin önemli ve olumlu bir özelliği değilmiş gibi!
Her halükarda, aklı başında insanlar bu hükümetin aslında son ana kadar oldukça başarılı olduğuna dikkat çekti. Yapmak istediklerine kıyasla ölçüldüğünde. Aklıselim bir şekilde bakıldığında, iklim politikası, ulaşım politikası, sosyal ve sağlık politikası ve son olarak da eğitim politikasına ilişkin gecikmiş kararlarla karakterize edilen, ki eğitimde yetki eyaletlerde olduğu için Alman federal hükümeti bu alanda yalnızca ivme kazandırabilirdi, Herkülvari bir görevle karşı karşıyaydı. Prensipte bu, genç kuşağın tamamen kontrol altına alınmasını önlemek için doğru bir güç dağılımıdır, ancak bazen geniş kapsamlı, ileriye dönük gelişmeler için elverişsizdir. Koronavirüs pandemisinin sonuçları (ve bu konuda sayısız, ancak yine de açıklanabilir yanlış kararlar) ve Ukrayna savaşının dinamikleri ile yükümlü olması ek bir yüktü; tarihçiler bir gün tüm bunların, özellikle de son zamanlarda dramatik bir şekilde zirveye çıkan küresel ekonomideki artan çarpıklıklar göz önüne alındığında, nispeten iyi idare edildiğine karar verecektir. Bu noktada da itidal çağrısında bulunmak gerekir: Ulusal hükümetlerin, kendi döngüleri kontrol edilemeyen, serbest bırakılmış, radikal bir piyasa kapitalizmi üzerindeki etkisinin uzun zamandan beri oldukça marjinal olduğuna karar verilmiştir. Trump ve tekelci sermayenin dalkavuk uşakları gibi – bu tabir artık çok uygun – dünyayı kaba emperyalist yöntemlerle yeniden paylaşmak istemeyenler, en azından ulusal nüfustan daha fazlasının yaşam koşullarını korumaya yardımcı olan ihtiyatlı bir sosyal politika yoluyla ayarlamalar yapmaktan başka bir şey yapamazlar.
Acil görevlerin bu şekilde gerçekleştirilmesi yerine, şu anda sadece tek bir konuyu bilen bir seçim kampanyamız var: Göç. Son derece karmaşık bir olayın sadece bu tek sözcüğe indirgenmesi, burada görünür hale gelen dram hakkında bir fikir vermektedir. Akıllı ve farklılaştırılmış düşüncenin, karmaşık ve kesinlikle sorunlu bir duruma ilişkin kavrayışın ve nihayetinde birbirimizle diyalog kurma becerisine olan güvenin kaybının dramı. Seçimle birlikte belirginleşen radikalleşmiş, irrasyonel ve basit popülizme ve siyasi ve sosyal olarak dışlayıcı düşünme ve hareket etme biçimlerine doğru gelişmenin oldukça geç gerçekleşmiş olmasından da anlaşılacağı üzere, Almanya’daki koşullar o kadar da kötü değildi. ABD, İngiltere – anahtar sözcük Brexit – ve Fransa – anahtar sözcük sarı yelekliler –, Macaristan ve Hollanda ve en son Avusturya ile karşılaştırıldığında, artan eşitsizlik ve adaletsizliğe, özellikle küçük ve orta ölçekli işletmeler ve vasıflı zanaatkârlar için can sıkıcı bürokratik gerekliliklere ve örneğin aileler için aşırı yüklere rağmen, Almanya‘da – İngiliz sosyal araştırmacılar Wilkinson ve Pickett‘in gösterdiği gibi – dengeleyici bir ruh, bir ruh seviyesi varolagelmiştir. Aileler, aldıkları tüm yardımlara rağmen, günlük bakımın artık baş edemedikleri organizasyonu nedeniyle parçalanıyor. Ayrıca, kendisini ve üyelerini performans beklentileriyle karşı karşıya bırakan, ancak eğitimin duygularla, duygulanımların uygarlaştırılmasıyla ve sosyal bağlamda özgürlüğe ulaşma becerisi olarak tanımlanabilecek boyutlarıyla ilgilenmek bir yana, bunun için gerekli çerçeve koşulları sağlamada başarısız olan bir eğitim sisteminin talepleri altında ezilmektedirler.
Tüm bunlar, özellikle siyasi sağda, nefret olmasa bile en düşük duyguları seferber eden, yalnızca konumsal ifadelere, savunmaya ve reddetmeye odaklanan bir seçim kampanyasında göz ardı edildi. Bu durum sadece AfD için değil, aynı zamanda ismini anmaktan imtina ettiğimiz Bavyera Başbaşkanı için de geçerliydi. Tüm bunlarda vahim olan ve olmaya devam eden şey, ne programlar ne de insanların değil, tamamen duyguların devrede olmasıdır ilgili olmasıdır – aksi olsaydı o zaman kimse AfD‘ye oy veremezdi. Hoşnutsuzluğu, aynı zamanda umutsuzluğu, korkuları ve anlayış ve mantık eksikliğini haykırmak için bir megafon görevi görmesi dışında doğru olan hiçbir şey yok. Trump çağında siyasetin dikkate alınması gereken bir başka özelliği de budur: Önemli olan tek şey hoşnutsuzluğunuzu yüksek sesle ve güçlü bir şekilde ifade etmektir: Biz buna karşıyız – esaslı ve nesnel bir bakış açısının gerçekte nelerden oluşabileceği belirsizliğini koruyor. Bir politikacı seçim gecesi bunu nasıl açıklamıştı? Eski Almanya’yı geri istiyoruz. Hangisini lütfen? Belki de 1933-1945 yılları arasındaki Almanya’yı.
Bu nedenle kötümser biri olarak, her şeyin CDU ve AfD arasında bir koalisyona bağlı olduğunu anlıyoruz. Şansölye adayı Friedrich Merz daha önce de bu yolu seçmişti ve şimdi yaptığı açıklamalar basite kaçıyor, özellikle de Sosyal Demokratlar’ın CDU (ve – sorunu daha da kötüleştirerek – CSU) ile bir ittifak içinde siyasi önceliklerini yerine getiremezlerse muhtemelen her şeylerini kaybedecekler. Kendilerine olan saygılarından bahsetmiyorum bile.
Şu anda asıl dram, siyasetin – genel anlamda konuşmak gerekirse – hem maddi yaşam koşulları hem de her şeyden önce nüfusun geniş kesimlerinin psikolojik ve zihinsel tutumları açısından toplumsal durumun tüm esaslı analizlerini görmezden gelmesinde yatıyor; Eva Illouz bunu Patlayıcı Modernlik olarak tanımladı. İnsanlar yanlış ve ölümcül bir şekilde göçe odaklanarak, her şeyin önünü kesebileceklerini düşündüler, ki bu durum çok daha uzun süredir kendini gösteriyordu. Maddi, ekonomik ve sosyal süreçler arasındaki ilişkide garip bir çarpıtmayla başlayarak, kültürel kalıplardan duygusal olarak anlamlı ama boş iddialar dünyasına. Ekonomide piyasa kavramının radikalleşmesi, neo-liberalizm, olup bitenlerin merkezinde yer alıyor. Bu ekonomi politik, oldukça çelişkili bir şekilde aynı anda birçok şeyi tetiklemiştir: Devletin ve dolayısıyla siyasi düzenin ve bununla birlikte refah ilkesinin çözülmesi ve aynı zamanda günlük yaşama kadar varan aşırı kontrol. Sosyal, kurumsal ve psikolojik açıdan önemli altyapıların sözde bir özgürlük ya da daha doğrusu sadece güçlülerin keyfiliğinin insafına kalmak anlamına gelen bir serbestlik lehine yok edilmesi; bu süreç uzun zamandan beri insanların zihniyetlerine ulaşmış durumda. Ancak buna karşı koyacak çok az şey biliyorlar, çünkü kendileri de özgürlük vaadine kanmış durumdalar ve yalnızca tüketici olarak bir önem taşıdıklarının farkında değiller – başka bir deyişle, kaçınılmaz olarak marjinal bir faydası olan bir mutluluk reklamına kanmış durumdalar. Daha fazla, daha fazla, daha fazla – peki neyden? Zincirlerinden boşalmış ve kendi haline bırakılan bir ekonomi artık gerçek ihtiyaçları karşılamıyor, o artık herkesin hayatını iyileştirmekle ilgili değil – tam aksine: Şimdiye kadar ekonomik olarak yoksul toplumlarda, yaşam kalitesinin kalıntıları dahi yok ediliyor. İnsanlar artık ürünleri satın alamıyor, onlara ihtiyaç bile duyulmuyor. Hayal kırıklığı ve öfke ana motif haline geliyor ve sadece sözde öznelerin artık birbirleriyle iletişim kurmaya ihtiyaç duymamaları, bunun yerine öfkelerini sosyal medya, TikTok ve X baloncukları aracılığıyla haykırmaları ve bunun onaylandığını görmeleri gerçeğiyle körükleniyor. Sözde bilgi toplumunun karanlık bir yüzü ortaya çıkıyor ve bu yüz şimdi yapay zeka tarafından daha da karartılıyor. İçeriğin artık hiçbir önemi yok, her şey bağırmakla, sevilen tabirle söylecek olursak, her şey performansla ilgili. Tüm bunların bir korku stratejisine uyduğu gerçeği, bu toplumun mekanizmalarının bir parçasıdır.
Peki ya fikirlerin gücü? Toplumlar, şirketlerin çoğu da dahil olmak üzere, ancak kendilerine hem güvenlik hem de özgürlük sağlayan yeterli bir altyapıya sahip olduklarında işlevlerini yerine getirebilirler. Bu her zaman yaşam kalitesiyle ilgilidir. Ancak bu uzun zamandan beri, gayri safi milli hasıla ölçütleriyle örtüşen ve daha sonra yeterlilik testlerinde öznel tarafa yansıtılan soyut ve yalancı bir performans ilkesine indirgenmiştir. Uluslararası alanda OECD ve Dünya Bankası bu konuda feci bir rol oynarken, ulusal alanda ise istatistiksel olarak temsil edilmeyen, deneyime dayalı her türlü bulguyu reddeden niceliksel bir bilim ön plana çıkmıştır. Ancak sorun da burada yatmaktadır. İnsanlar seslerini duyurmak istiyorlar, özellikle de siyasi sağ tarafından körüklenen ve büyütülen stres durumlarında kendilerine atıfta bulunulduğunu, bireyselleştirildiklerini ve tekilleştirildiklerini gördüklerinde. Her şeyin krizde olduğu, her şeyin ve herkesin risk unsuruna dönüştüğü, depresyona ya da protestoya yol açan anahtar kavramlardır – ki bu tehlikeli hale gelir, çünkü ancak tehlikeli olduğu varsayılan insanların sosyo-psikolojik açıklama temelinde ötekileştirilmesiyle bu durum aşılabilir. Siyasi solda bazılarının birliktelik ve dayanışmanın yerine tuhaf bir kimlik politikasını koyarak bu durumu daha da kötüleştirdiğini belirtmek gerekir. Daha önce imkânları kısıtlı olan azınlıkların ön plana itilmesinin iyi nedenleri var – ancak çalışan insanların azımsanmayacak bir çoğunluğu için ölümcül sonuçları var. Tüm bunları Eribon’da, Fukuyama’da ve dolaylı olarak Stefan Mau‘nun çalışmalarında okuma olanağı vardı.
Elbette, şimdi topluma işaret edip Bertolt Brecht‘in en aptal danaların kendi kasaplarını seçtiği motifinden alıntı yapılabilir. Ancak mesele bu kadar basit değil – en azından bu suçlamalar yapılmalı; suçlamalar, ki işin püf noktası da burada yatıyor, muhafazakâr ve ilerici güçlere, tabiri caizse siyasi manzaranın soluna ve sağına eşit olarak yöneltilmeli, bu ayrımların artık hiçbir işe yaramadığını çok iyi bilerek:
Bir yandan, hızlanarak yıkıcı hale gelen bir modernliğin aşırı heyecanlı iletişimine karşı sadece duraklamanın, sakin düşünüşün yardımcı olabileceği unutulmamalıdır. Bu bağlamda, eski Federal Şansölye Scholz, yolsuzluk şüphesine maruz kalmasaydı bir rol model olabilirdi. Adenauer’in sabahları ofisinde iki saatini kitap okuyarak geçirdiği söylenir. Siyasi olarak ona büyük saygı duymak zorunda değilsiniz, ancak bu özveri değerli olabilir; bu arada Helmut Schmidt’in de kabinesinde uzun tartışmaları adeta teşvik ettiği söylenir.
İkinci olarak, bu durum başkalarıyla, hatta görüşlerini paylaşmadıklarımızla bile eleştirel dayanışma gösterme becerisinin ihmal edilmiş olmasıyla ilgilidir; bu da sonuçta ahlaki temeli ve – isterseniz – her toplumda kaçınılmaz olarak ortaya çıkan gerilim ve çelişkilere dayanmak için gereken insani altyapıyı zayıflatmıştır.
Üçüncü olarak, – en geniş anlamıyla – siyasi eğitim şeklinde tanımlanabilecek olan o şey bağlamında en ciddi başarısızlıklar üzüntüyle karşılanmalıdır. Ve merkezi olarak müzakere etmek zorunda olduğu şey, özgürlük ve topluluk, farklılık ve evrenselliktir. Özerklik ve kurumlara ve kurumlarda bağlılık, güven ve öz etkililik – sadece birkaç noktayı saymak gerekirse. CDU/CSU partilerinin, devlet destekli STK’ların siyasi açıdan tarafsız davranıp davranmadıkları ve ne ölçüde tarafsız davrandıkları konusunda bir inceleme başlatmış olmaları, ne yazık ki CDU ile AfD arasında yukarıda bahsi geçen ittifakın çok daha hızlı ve geniş kapsamlı sonuçlarla gerçekleşeceğine dair korkuları arttırmaktadır.
Dördüncü olarak, bu durum sadece (dijital) teknoloji, matematik ve fen bilimlerinin içeriğine odaklanılmaması gerektiğine işaret etmektedir, ki bu da elbette üretim için önemlidir. Matematik, bilgisayar bilimleri, doğa bilimleri ve teknik dersleri, özellikle de biyoloji ve kimya, bugüne kadar olduğundan çok daha erişilebilir hale gelmelidir. Bununla birlikte, sosyal bağlam açısından, ayrıca – şunu da unutmamalı ki – kolektif topluluk ve özgürlük duygusu için, kendi fiziksel ve zihinsel yapımızı anlamamızı sağlayanlar da dahil olmak üzere, tarih ve toplumla, etikle ilgilenen dersler vazgeçilmezdir. Kimse bundan bahsetmiyor. Ama bizi neyin harekete geçirdiğini, insan olarak hangi önyargıların bizi yönlendirdiğini, bunların neden ele alınmasının bu kadar kolay olduğunu ve kendimizle nasıl başa çıkabileceğimizi nasıl öğreneceğiz? Eski moda bir deyişle, kendimize nasıl hakim olacağız?
Beşinci olarak – ve şimdi beni delilikle suçlayabilirsiniz: Politik ve sosyal olarak, maddi ve sosyo-kültürel olarak elde ettiklerimizi olumlu bir ışık altında, bir başarı ve iyi yaşamın bir kazanımı olarak sunma ve anlama konusunda bir başarısızlık var. İyi bir iklim politikasının avantajlarını göstermenin nasıl mümkün olmadığı, iddia edilen refah kaybının, insanların daha az sağlık riskiyle ve daha güvenli bir şekilde yaşaması halinde kesinlikle telafi edileceğinin nasıl ihmal edildiği tam bir muamma. Bu ve farklı geçmişlerden gelen insanlar birbirleriyle iyi geçinip iyi bir yaşam sürdüklerinde bunun herkes için nasıl bir kazanım durumu olabileceği bir bilmece.
Elbette bu saf bir yanılsama. Ancak insanlara hitap edebilecek bir politika bu tür yanılsamalardan beslenir. Ancak Almanya‘da bir sonraki yasama döneminin bunun bir nebze de olsa farkına varmaya başlayacağından bile şüpheliyim.