İnsanların duasını almadıklarında yok olmaya yüz tutan Yunan tanrıları gibiler… siyasetçilerden söz ediyoruz. Kutsal sandıkta kutsanmamak, meşruiyeti kaybetmek olacağından, siyasetçilerin başlıca kabusu olsa gerek. Ancak parlamenter sistem meşruiyetsiz de ilerleyebilir. Seçildikten sonra halk desteği dibi gören bir hükümet ya da muhalif milletvekilleri artık seçildikleri süre zarfı için makamlarında kalacak ve görevden alınamayacaktır.
Yüzde 50 bandında bir katılımla, “geçersiz oy oranı bu kadar ve meclise giremeyen partilerin de oy oranı şu kadar” denilen bir seçimde bir partinin yüzde 50+1 aldığını düşünelim ya da yüzde 40 ile tek parti olarak başa geldiğini… hangi matematik bundan “meşruiyet sağlayan bir çoğunluk” çıkarabilir ki? Gelin görün ki çıkıyor, hatta hükümetsiz de yıllar boyu bir devletin yönetilebildiğini Belçika örneği gözler önüne seriyor. Ve hatta yüzde 50 katılım dahi sağlanamayan seçimler var, bir de artık seçim yaptırmayan liderler, Mahmud Abbas gibi. Öte yandan seçim sonuçlarının kabul edilmediği, birilerinin yeterli oy alamadan kendini geçici başkan ilan edebildiği ve büyük devletlerin de bu yeni liderleri kabul ettiği Venezuela (Juan Guaido) ve Beyaz Rusya örnekleri var (ev hanımı Swetlana Tichanowskaja).
Halka seçtirilen bir milletvekilinin “ben taraf değiştiriyorum” demesi de ne kolaydır, zira kim seçerse seçsin o tüm halkın temsilcisi sayılmaktadır ve kendi vicdanına tabidir, bir çeşit süreli kutsanmış varlıktır. Bir de seçtirilmiş vekillere bakmaksızın, toplumun en nüfuzlu kesimlerine göre dizayn edilen bir siyaset de söz konusudur, “öyleyse neden seçiyoruz” dedirtecek kıvamda.
Meşruiyet sorunu. Büyük bir mesele… O, nicel çoğunluğa dahi dayanmak ve, yeterli siyasi güç temerküz edildiğinde, kazanılmak zorunda bile değil. “Seçmenin büyük bir bölümü, çıkarlarını yansıtmayan bir seçim programına nasıl destek veriyor ya da vaadedilen programa sonradan uyulmamasını nasıl kabulleniyor?” diye sorulup duruluyor. Yanıt hep aynı: Evet, egemen siyaset kitleleri kendine yedeklemeyi beceriyor ya da kanun dışına çıkarak, zor kullanarak, en azından varlığını sürdürüyor.
Seçimlere artık güvenin kalmadığı, seçmenin değişime inanmadığı, yedeklenmediği, alternatif bir program görmediği, görse de uygulanacağına dair inancını yitirdiği ve oyunu kullanmadığı, Brütüsçülüğün ülkelerde kol gezdiği bir atmosfer giderek yaygın hale geliyor. Klasik deyişle, “alttakiler eskisi gibi olmaz!” diyor.
Peki böyle bir atmosferde “kutsal sandık”a gidilmemesi apolitik ve hatta ters tepecek bir tutum mudur? Seçimi boykot etmek yeri geldiğinde yararlı bir eylem midir? Seçimin mutlaklaştırılması doğru mudur ve seçimleri kimler mutlaklaştırır? Seçim güvenliğinin ortadan kalktığı belirtilen koşullarda, bunu ifade edenler seçime girmeyeceklerini ilan etmiş olmaz mı? Giriyorlarsa yasaların ihlalini onaylamış olmazlar mı? Sandıktan tamamen ya da belli bir süreliğine kopmak demokratik ve ses getiren bir eylem tarzı olabilir mi? Kaybedilen sayısız seçimden sonra şayet “hayat devam ediyor”sa, bir kez de “kutsal sandık”a biat etmeyerek başarısız olunup olunamayacağını sınamak ödenecek çok büyük bir bedel mi olurdu? Girilmeyen seçim kaybedildiğinde (meşruiyet ortadan kalkabileceği için), yine de politik bir zafer kazanılabilir mi? Konjonktürel bir boykotun tali hedefi hükümet ve temel hedefi toplum nezdinde itibarsızlaşan bir muhalefet olabilir mi? Bu soruların yanıtlanması için zaman – bir kez daha – olgunlaşmış görünüyor.