Kimlik politikası en geç Sarah Wagenknecht’in yayımlanan son kitabından bu yana kendinden söz ettiriyor. Peki bu “Kimlik Politikası” ne ifade ediyor? Fazlasıyla şey bunun altında toplanıyor, hem savunucuları hem de onu gereksiz, hatta ücrete bağımlı yaşayanların büyük çoğunluğunun ya da sosyal konumu zayıfların politik çıkarlarını olumsuz etkilediği için rahatsız edici bulanlar tarafından. Ancak önümüze konulan şey artık bir kimlik politikası olmaktan çıktı. Afro saçlı beyaz bir kadının bir mekandan atılmasının neresi politik?1. Bu suça cultural appropriation deniliyor.
Yurttaş ve insan olarak eşit hak taleplerinin kabul görmesi için marjinalleştirilmiş grupların verdiği mücadele kimlik politikasının içeriğini oluşturuyordu ve o hâlâ aynı şeyi ifade ediyor. Kimlik politikası temelli hareketlere güncel bir örnek oluşturan “Black lives matter”hareketinde, siyahilerin diğer yurttaşlar gibi ülke içerisinde tehdit edilmeden ve özgürce hareket etmeleri gündemdedir. Bedensel bütünlüğe dair temel hakkın tanınması talep ediliyor. Bu örnek, kimlik politikası çıkışlı taleplerin esasının evrenselliğe dayandığı konusunda kuşkuya yer bırakmaz. O, aydınlanmanın ruhundan çıkmıştır. Fransız Devrimi’nde tanımlanan hakların aynı zamanda siyahi kölelerde özgürlük istemini uyandırması ve aynı hakların kadınlara da tanınması düşüncesinin bir kadının kafasında oluşması tesadüf değil2.
Kadınların ya da siyahilerin, genel olarak ırksallaştırılmış grupların eşit ücret, iş koşulları ve iş piyasasına eşit erişim için verdikleri savaşım burjuva devriminin ötesine geçiyor. Kadın hareketinin en azından bir akımı, sermayenin kadını geçmişte geleneksel tarzda değersizleştirmesinin, onun işgücünü daha çok sömürmeye yaradığını açıkla görmüştü ve kadının yerine getirdiği ev işlerinin sermayenin yeniden üretimi için uzun süre varoluşsal bir önem arz ettiğini anlamıştı. Dolayısıyla kimlik politikası daima bir sosyal politikaydı ve bu açıdan da sisteme eleştirel bir konumdaydı. Ama ilkece onunla çelişmez.
Kimlik politikası özgürlükçüdür, farklı düzlemlerde vesayete karşı çıkar. Uzun zaman kenara itilmiş ve susturulmuş, tarih anlatımında görünmez kılınmış olan kadınlar, siyasal temsiliyet de dahil salt eşit hakları ve fırsatları talep etmekle kalmıyor, ayrıca kültür ve toplum için verdikleri emeklerin kabul edilmesini de istiyordu, bu nitekim tarih ve dil politikası açısından sonuçlar doğuruyordu. Toplumda şimdiye dek seçkin olanlar bu noktada anlamlı bir öğrenim sürecinden geçti. Toplumsal cinsiyetin anaakımlaştırılması gibi dilsel yenilikler öğrenme uyartıları sunmuştur, çünkü onlar doğal olan şeyleri devre dışı bırakmış, yeni bir dünya algısı için itkide bulunmuştur. Toplumsal cinsiyetin anaakımlaştırılması en azından başlangıçta rahatsız eden bir dil uygulamasıydı ve içinde yabancılaştırıcı bir etki barındırıyordu. Dilbilimci Deborah Cameron’a göre ayrımcılığa tabi tutulan grupların farklı adlandırılması ile sözcükler “siyasileştirildi”. Cameron’un kanısı dilde Politik Correctness üzerinde düşünülmüş bir konuşma ve yazma şekli oluşmasına katkı sağladı3.
Kimlik politikasının başlıca görünümlerinden biri, kişinin özkavrayışını diğerlerinin kabul etmesi talebi olmaya devam ediyor, örneğin kadınların erkeklerin beklentilerine boyun eğmek zorunda kalmaması ya da Afro Amerikalıların ve Romanların basmakalıp rollere sabitlenmemeleri. Kendilerine yönelik öztanımlamanın kabul görmesi 1980’lerde özellikle eşcinsel kadın ve erkekler için büyük önem taşıyordu. Hukuksal baskının sonlandırılması talebi bunun bir sonucuydu. Kimlik özkavrayış olarak çevrildiğinde, kişinin kimliğini kabul etme talebi evrensellik ile çelişmez4. Nitekim kimlik birçok kişinin iddia ettiği gibi sosyal konumun, kültürel çevrenin, genetik ön koşulların bizi neye dönüştürdüğü değil, aksine bizim bunlarla ne yaptığımızdır. Sonuçta bu bir kişinin genleri ve kendi sosyalleşmesi karşısında aldığı konumdur. Bir kişinin belli bir kişi olarak görülmeyi istemesi, kendini belli bir kişi olarak kavraması, modern toplumun evrenselci bir ilkesidir, nitekim bu, kişinin deneyim dünyasının ciddiye alınmasını da içerir.
Ama bir kişiden bu konu üzerine bir diyalog yürütülmesine izin vermesi talep edilebilir. Ve bu noktada cinsel kimlik ya da, son dönemde artık hangi öztanımlamalardan geçiyorsa, “kimlik politikası” için yapılan iletişimsel taciz atışları ve gidilen saflaşmalar birbirinden farklılaşıyor.
Kimlik politikası temelli hareketler kayda değer bir öneme sahip oldukları zamanlarda, kişi gücünü özgürleşme sürecinden alıyordu. Örneğin kadın hareketi sadece üstlenilebilecek bir kimlik sunmuyor, ayrıca her bir kadına özgüven kazandırıyordu. Kabul görmek için savaşmak bireysel savaşçıların yapabileceği bir şey değildi. Bu savaş gidimli olarak, genelde karşıt bir kamuoyu da yaratarak, kamuoyu önünde gerçekleştirilir. Kimlik politikasının ön koşullarından biri olumsuz deneyimlerin “bütün bir grubun yaşadığı tipik bir kilit olay olarak yorumlanmasıdır”5. Direniş birlikte sergilenir. Bu siyasal pra tiğe haklı olarak kimlik politikası adı verilmiştir. Günümüzde ise bu ad altında yürüyen ve her şeyden önce kimlik politikası olarak eleştirilen şeyler, ki bu Francis Fukuyama6 örneğinde olduğu gibi genelde sosyal eşitsizliğe karşı koyan “solun” mücadelesini ya da toplumun kendisini böldüğü suçlamasıyla bağlantılıdır, duygulanımların ve ahlakçılığın egemen olduğu, toplumsal açıdan verimsiz karşı karşıya gelişlerdir.
Bu noktada sosyal medya büyük bir rol oynuyor. Kendini zayıf hisseden, birçok şeyi hazmetmek zorunda kalan, artık arkasında bir hareket bulamayan ve yalnızca sanal destekçileri dayanak alan birinin diyalog aramaması, aksine saldırıya geçmesi anlaşılır bir durum.
Bundan sonra bütün mutsuzlukları ve biriken öfkeyi iğrentilerin forumu olan internete dökmek için doğan büyük isteğe karşı koymak zor. Anonim ya da takma adla bunu yapmak daha da kolaylaşıyor. Shitstorm’lar politik öneme sahip fenomenlerdir, ancak siyasal eylem değildirler.
Ama internetten bağımsız olarak da kimlik politikasına dahil edilen birçok ihtilaf politik içerikli değil. Yazının başında değinilen örneğe dönelim! Mekâna giriş yasağı muhtemelen “burada” kimin sözünün geçerli olduğunu göstermek ihtiyacından doğmuştur yalnızca, ancak siyahilerin rasta saçlarla neyi anlatmaya çalıştıkları hakkında düşünmeye yöneltmez bu ya da bir beyazın bu saç modelini taklidinin kuşkulu bir tasviri mi olduğunu, yoksa olumlu anlamda özdeşleşmeyi mi ifade ettiğini tartışmaya pek de yol açmaz. Hatta bir Müslüman öğrencinin şu çıkışı politik bir eylem değildir. Bu genç kadın öğretmenlerin türban takmasına kuşkuyla yaklaştığını ifade eden bir öğretim görevlisi hakkında haklı kışkırttığı gerekçesiyle suç duyurusunda bulunuyor?7 Öğrenci böylece türban takma konusunu hukukçulara havale ediyor. Başarı şansını bir kenara bırakalım. O, açtığı dava ile artık kendi grubu için hak talep etmiyor, aksine davalının cezaya çarptırılmasını ve dolayısıyla bir düşüncenin dile getirilmesinin yasaklanmasını amaçlıyor. Öğretim görevlisinin eğitim görüşüne tepki vermek üzere öğrencinin sahip olduğu alternatifler arasından (dersin ardından görüşmek, yazışmalarda tartışmak) ancak doğrudan diğer dinleyicilerin önünde protestoya başvurmak siyasal nitelik taşırdı. Böyle bir durumda tutum sergilemek kolay değil. Ama ancak bu şekilde, küçük de olsa bir dinleyici kesimi üzerinde etkili olabilirdi. Belki de bir tartışma ortamı yaratabilirdi. Sonradan duyulan dava olayı bu anlamda yararlı mıydı, bu şüphe götürür.
Haberini okuduğumuz ve kimlik politikası kapsamına giren bazı karşıtlıklarda gizlice kaynak ve pozisyon ya da karakteristik özellikler ve markaların pazarlığının yapıldığı izlenimi doğuyor, bu durum da egemen pazar mantığıyla – eskiden “zamanın ruhu” derlerdi – örtüşüyor. Örneğin Afrika’da sömürgecilik konusu üzerine sunum yapmak üzere çağrılan bir tarihçinin daveti, bir girişimin çabaları sonrası, etkinlik dizisini organize eden Hannover belediyesi tarafından iptal edildi (Frontal 21)8. Ona, tarihçinin adı Helmut Bley, bir beyaz adamın Afrika konularında ilkece fikir yürütemeyeceğinin söylendiği belirtiliyor. Bu olayın “intellectual property” ile çağrışımı kendini dayatıyor. Siyahi sosyolog Natasha A. Kelly’nin (Berlin Humboldt Universitesi) yorumu: “Bir beyaz adam neden siyahi birinin perspektifini üstlenmek zorunda olsun ki? Çünkü bizim buna erişimimiz yok”. Kelly bu sözlerle bilim sistemine erişimde yeterli fırsatların bulunmamasını kastediyor.
Hollandalı şair Marieke Lucas Rijneveld’e, Joe Biden’in yemin töreninde Amanda Gorman’ın okuduğu “The Hill We Climb” adlı şiirini Hollandacaya çevirmesi görevi verilmişti. Sosyal medyada bu büyük bir tepki topladı. Bunun üzerine Rijneveld görevi iade etti, amabu duruma bir şiirle yanıt verdi9. Protestoların ufku lirik analiz ve yazınsal çeviri konularını kapsamıyordu. Çoğu zaman olduğu gibi saflığa dayanan, muhtemelen sanal ortamda insanların birbirini coşturmasıyla tırmanan bir öfke burada belirleyici oldu.
Tamame apolitik olan bir suçlama “cultural appropriation”, yani kültürel özümseme. Bu noktada yalnızca rasta saçlarla suçlu duruma düşmekle kalınmayabilir. Bizim gibilerden birinin karnavalda kızılderili kostümü giymesi ya da küçükken severek kızılderili kabile reisi rolüne girdiğini belirtmesi yeterli (Frontal 21). Bu haberlerin ardından sanatçı adı Sound of Thunder olan Münihli bestekâr ve şantör Willy Michl’in konserlerinden birinde henüz “cultural appropriation”diye haykırılmamış olması bir mucizedir. “İsarlı Kızılderili”olarak da bilinen sanatçı on yıllardır tüylü kızılderili başlığıyla dolaşıyor.
Az çok beceriksizce giyilen kızılderili kıyafetleri, yüz yıldır filmler tarafından aktarılan asil vahşi ya da soyguncu kızılderili güruhun belirsiz resimlerine kıyasla bir sorun oluşturmaz10. Başlı başına bir film türü oluşturan bu filmler aslında yalnızca eleştirel bir jenerik eşliğinde gösterime girmeli.
Avrupalı kaşiflerin muazzam bir yanılgısına dayanan “kızılderili” adı sorunlu bir tanımdır, çünkü kastettiği kesimin öz sınıflandırmasını tamamen es geçiyor. Ama bu ülkede kimseyi rencide edecek bir kullanım değildir bu, çünkü Atlantik’in ötesinde havzalara sıkıştırılmış halk kalıntılarının temsilcilerine burada rastlamak pek nadir. Ancak azınlık üyelerinin olaylardan olası etkilenme boyutu asıl ölçüttür. Ayrıca sembolik jestleri gereğinden fazla önemsememek gerekiyor. Havzalar politikasının yerlilerden pratikte çoktan almış olduğu haklar, “kızılderili”tanımı ile sadece sembolik düzlemde silinmiş oluyor.
Bu durum N ile başlayan sözcük için farklıdır. Sözcüğün olumsuz yan anlamı Avrupa sömürgeciliğinin silinmez bir mirasıdır. Günümüzde Almanya ve Avrupa’da yaşayan birçok siyahi için bu adlandırma kolay sindirilebilecek türden değildir. Hassasiyetlerine saygı gösterilmelidir. “Neger”in Latincede niger sözcüğünden gelmesi ve siyah ya da siyahiden başka bir anlam taşımamasının burada bir önemi yok. Kurt Tucholsky ya da Erich Kästner gibi aydınlanmış ruhların 1920’lerde bu sözcüğü kullanmış olmaları, günümüzde kullanılmaya devam etmesi için bir gerekçe değildir. O dönemde bu ülkede rencide olabilecek neredeyse hiç siyahi yoktu. Tarihsel açıdan Black Facing’in kınanması da anlaşılır – bu özellikle köleliğin kaldırılmasından sonra siyahilere karşı sürdürülen aşağılayıcı uygulamaları ifade diyor ve Afro Amerikalılar için provokatif bir riyakârlık anlamı taşıyor. Black Facing’i cultural appropriation, yani özümseme ya da istimlak olarak bir kenara atmak tehlikesiz göstermekle birdir. Mistrel Show (beyazların siyah rollerine girdiği şovlar, redaksiyonun notu) olarak adlandırılan programlarda izleyiciye siyahi karikatürler sahnelenmiştir. Avrupa’da mizah dergilerinden tanıdığımız ve belki de karnaval kostümü olarak giymeyi düşündüğümüz aptal, iyi niyetli hizmetçi ya da palyaço figürü bu şovlarda baskın bir figürdü. Ayrıca kafalarımızda tehlikeli, vahşi, yam yam figürü de mevcut. Irkçı imgelemler daima muğlaktır, bir tarafta hayranlık, belki de iyi niyetli bir eğlence ve diğer tarafta tehdit arasında gidip gelirler11. Onların bilincine varılmasını sağlamak pedagojinin görevi. Bu gibi imgeleri aktaran dilsel ve genel kültürel uygulamaların kınanmasını ancak bir kimlik politikası, bir diğer ifadeyle ırkçılık karşıtı bir hareket üstlenebilir.
- Catherine Newmark 19.9.17 tarihli Zeit gazetesinde böyle yazıyor. ↩
- Olympe de Gouges 1748 bis 1793, bkz. Auernheimer (2020): Identität und Identitätspolitik. Köln. ↩
- “Wörter, nichts als Wörter?”kaynak: Das Argument 213 (1996), S.13-24. ↩
- Georg Auernheimer (2020): Identität und Identitätspolitik. Köln. ↩
- Axel Honneth (1998): Kampf um Anerkennung. 2. Aufl. Ffm., S.260. ↩
- Francis Fukuyama (2019): Identität. Wie der Verlust der Würde unsere Demokratie gefährdet. Hamburg. ↩
- https://www.zdf.de/politik/frontal-21/cancel-culture-wiedie-identitaetspolitik-spaltet-100.html, 3.5.21 tarihinde incelenmiştir. ↩
- Bkz.: 7. açıklama! ↩
- https://www.swr.de/swr2/literatur/mit-einem-gedichtantwortet-marieke-lucas-rijneveld-auf-die-debatte-umihre-gorman-uebersetzung-100.html, 4.5.21 tarihinde incelenmiştir. ↩
- Hans-Peter Rodenberg (1994): Der imaginierte Indianer. Frankfurt/M. ↩
- Bkz.: Stuart Hall (1989): Rassismus in den Medien. Kaynak.: Ausgew. Schriften 1. Hamburg. ↩