1789’de başlayan büyük Fransız devrimi, barışçıl devrim olarak adlandırılan 1989 Doğu Almanya devrimi ve de Reformasyon gibi devrim ve köklü değişimler birden çok durumda birbiriyle kıyaslanabilir ya da benzer kalıpları izlemiştir. Bu olayların tümünde üç önemli güç bir rol oynuyor a) Varolan egemenlik sistemi, b) radikal insancı, hümanist bir hareket ve c) yeşermekte olan yeni ekonomik-politik bir güç konstelasyonu. Son iki nokta, yani radikal insancı bir hareket politik-ekonomik egemenliği hedefleyen aktörlerle birlikte – görünüşte uzlaşarak – önce eski sisteme karşı koyar. Zaferin ardından yeni bir elit yerleşir ve insancı hareket – en azından büyük ölçüde – yeniden tekerleklerin altında ezilir. Tabi kendini gerçekten de kabul ettirmeyi başaran yeni egemenlik sistemi gayrı insani yapısını, bir ve aynı hareket içerisinde mezarı kazınan insancıllığın imgesiyle süsler.
Reformasyon kapsamındaki ilk hareket 14. yüzyılda Bohemya’da gerçekleşti. Beraberce yaşamanın yeni biçimlerini keşfeden vaizler, üniversite öğretmenleri ve aktivistler kilise ve feodal ayrıcalıklara karşı geldi. Bu yeni yaşam biçimlerine katılan en yoksul kesim, özellikle de köylüler, toplumsal birlikte yaşamın radikal değişimini talep ediyordu, soylular ve burjuvalar ise, Laienkelch ile sembolize edilen (Laienkelch: Komünyon ayini sırasında şarap kadehinin salt rahibe değil, herkese sunulması), bu nedenle Klaixtiner adını almışlardır (sözcük kökeni claix=Kadeh) ılımlı dönüşümler hedefliyordu. Reform girişimleri sürekli engellendi. Kilise mallarının sekülerleştirimesi talebinde olduğu gibi kilisenin köklü reformlardan geçirilmesini isteyen ve vaazlerinde bunu dile getiren Jan Hus 1415’te yakılarak öldürüldüğünde, bu bir öfke patlamasına yol açtı ve her türlü zulmü sonlandırmak isteyen taraftarları silahlara sarıldı. Papa 1420’de Hussilere karşı (Jan Husu’un ölümünden sonra bir araya gelmişlerdir) bir Haçlı Seferi başlattı. Hussiler düzenlenen 5 Haçlı Seferi’nden zaferle çıktı. Hussi gruplardan biri komünist bir toplumu hayata geçirdikleri ve Tábor adını verdikleri bir yerleşim kurdu. 1434’te radikal kanattan (bunlar toplumun devrimci dönüşümünü gerçekleştirmişti) ayrılan ve soylu ve burjuvalardan oluşan bir kısım Hussi Bazel Ruhaniler Meclisi ile pazarlığa oturdu ve bu meclis onların vaaz serbestisi, Laienkelch ve diğer taleplerini kabul etti. Çok zaman geçmeden Hussilerin radikal kanadı güç kullanılarak yok edildi. Bohemya yaklaşık 200 yıl boyunca nispi dinsel çeşitliliğin ve hümanizm gibi yeni hareketler karşısında belli bir hoşgörünün yaşandığı bir yer oldu. Aynı zamanda köylüler giderek yoksullaştı ve çoğunlukla topraklarını, dolayısıyla da geçim kaynaklarını yitirdi. 16. yüzyılda Habsburg Hanedanlığı Kalixtiner, soylu ve kentleri sürekli baskı altında tuttu. Ve 1618’de sosyal sınıflar, özellikle de soylular ayaklandı ve egemenliği ele geçirdi. Onlar 1620’de Beyaz Dağ Muharebesi’nde yenilgiye uğratıldı ve böylece küçük birkaç grup dışında Kalixtiner reformasyonu son bulmuş oldu; ülke yeniden katolikleştirildi.
Reformasyon Almanya’da biraz daha geç, Amerika’nın fethi, dünyanın büyük bir bölümünün Avrupa tarafından kolonileştirilmesinin ve mutlakiyetin tesisi ile eşzamanlı olarak başlamıştır. Nitekim mutlakiyet içe dönük bir tür kolonileştirme olarak kavranabilir, dolayısıyla Reformasyon kolonileştirme temelinde yerleşik hale gelen kapitalizm ile eşzamanlı başlamıştır.
Reformasyo’nun kaynaklarından biri – Bohemya’da olduğu gibi – feodal ve filizlenen kapitalist (toprakların satın alınması, arazi spekülasyonları, köylülere ait emlakın ortadan kalkması, mutlak özel mülkiyetin kendini kabul ettirmesi) sömürüye karşı koyan köylü hareketleri ve protestolarıydı. Onlar mal ortaklığına dayalı komünist toplum ve tüm insanların eşdeğerliğini İsa’nın dünya üzerindeki kırallığıyla özdeşleştiriyordu. Bu köylülerin sözcülerinden ve onları cesaretlendirenlerden biri de Martin Luther ile birlikte önce reform hareketlerine katılan, ama sonraları Luther’den tümüyle uzaklaşan ve onun saldırılarına maruz kalan Thomas Müntzer’di ve Reformasyonun bir diğer kaynağı hümanizmdi, o İncil metinlerinin analitik araştırması ve halk diline çevrilmesi için ilham verdi. Ama aynı zamanda hareket ve Martin Luther’in kendisi bükülerek, gerçekten de kendini kabul ettirmekte olan siyasal ve ekonomik egemenlik bileşimlerine uyum gösterme eğilimine girdi. Luther başta açıkça Papa’nın otoritesine, ruhban sınıfının ayrıcalıklarına ve kiliseyi zenginleştiren kaynaklara, yani günah affı ve ona zemin oluşturan suçluluk teolojisine karşı geldi, bir süre sonraysa sorgulanamaz
egemenlikleri ile mutlakiyetçi derebeylerinin tarafını daha çok tuttu. Öyle ki Luther mutlak egemenlik istemiyle bağlantılı olarak ayrı ayrı insanların ve farklı grupların her türlü alternatif egemenliklerinin şeytanlaştırılmasını destekledi ve cadılara, Yahudilere, engelli çocuklara („Wechselbälge“) ve nihayet köylülere karşı insan onurunu hiçe sayan ve onlara şiddet uygulamaya davet eden ifadeler kullandı. Köylü Savaşı’nda o, lanetler içeren çağrılarla köylüleri ve Thomas Müntzer’i yok edenlerin yanında yer aldı. Alsında Luther’in teolojisi ruhban sınıfı ve Papa’nın zenginleşmesine yarayan, bir diğer ifadeyle sözümona Katolik-dini bir kapitalizme çıkar sağlayan bir Ortaçağ-Katolik takıntısından kurtardı. Ancak Luther’in savunduğu inanç, „tam da atıl bir inanç olarak gerekçelendirir“ (Ernst Bloch) ve egemenleri ve onunla birlikte gücün yeni yapılarını ve kolonileştirme, mutlakiyet ve artan oranda (dünyevi-) kapitalist ekonomiden oluşan yeni dünya sistemini korur.
Tinsel hareket olarak ezilenlerin yenilgiye uğratılmış Reformasyon’u henüz son bulmuş değil. Filozof-şair Jakob Böhme, tanrı ve dünyayı artık ayırmayan ve hiçbir ayrıcalık tanımayan, aksine evrensel insancıl ve aynı zamanda mükemmel olanın her insanda gerçeğe dönüşeceği evrensel bir düşünüş yarattı. Diyalektik Spinoza, Leibniz, Hegel, ve Marx tarafından geliştirildi. Ve pratiğe gelince, bu esirler dünyasının Reformasyon’u günümüzde de henüz bitmiş değil ve tamamlanmayı bekliyor.