2015 sonbaharında Birleşmiş Milletler oybirliğiyle 2030 Sürdürülebilir Kalkınma Gündemi’ni kabul etti. 169 belirtimden oluşan 17 sürdürülebilir kalkınma hedefi onun çekirdeğini oluşturuyor. Ancak belirtimler geniş ölçüde sıradan halkın bilgisi dışında kalıyor.
Asıl sorun gelişmekte olan ülkelerin pazarlıklarda ekonomik kalkınma hedeflerinin belirgin bir öncelik kazanması için diretmiş olmalarıdır. Hedefler apaçık Sustainable Development Goals olarak adlandırılmıştır. Yoksulluğu ve açlığı aşmaktan başlayarak ilk 11 hedef salt ekonomik boyutta tanımlanmıştır (Tablo 1).
Eğerbu 11 hedef 2030’a kadar sayıları 8 milyara varacak insanlar için gerçekleşmiş olursa, o zaman hedef 13 (iklim), 14 (okyanuslar) ve 15 (ve karalardaki biyolojik çeşitlilik) için durum ümitsizdir. Ancak, (örneğin) iklime, okyanuslara ve biyolojik çeşitliliğe zarar vermeden işsizliğin (hedef 8) aşılmasını sağlayan, radikal biçimde farklı bir ekonomi icat edilirse çözüm bulunabilir – tümüyle boş bir düş bu.
Ama tabii ki Birleşmiş Milletler’de ekonomik ve ekolojik hedefler arasındaki temel antagonizmayı dile getirmek bir tabudur.
Bu ikilemi dile getirmek ve böylece ekolojik hedefleri kurtarmak için şöyle bir siyasal yol var: İklim kötüleşmesinin en yoksulları varlıklılardan çok daha şiddetli etkileyeceği ve denizlerde devam eden biyolojik çeşitlilik azalmasının pratikte açlığın da üstesinden gelinmesini engelleyeceği gösterilebilir ve gösterilmek zorunda. Bu yol siyasette ve medyadaki düşünceli insanlarda 13, 14 ve 15 numaralı hedeflerin güvence altına alınmasını ciddiye almalarına ve onlari klasik büyümeye kurban etmemelerine neden olabilir.
Gerçekte ise Club of Rome’un Wir sind dran[1] adlı büyük raporu, günümüzdeki düşünme tarzının ekonomist bir tarz olduğunu ve insan ve doğal çevre ve de kısa ve uzun vade arasında bir denge oluşturmak için etkili bir aydınlanmanın gerektiğini gösterdi.
Gelişmekte olan ülkelerin retoriğinde tarihsel bir olay kayda değer. BM’in 1972’de gerçekleşen ilk iklim zirvesinde gelişmekte olan ülkelerin sözcüsü zamanın Hindistan Başbakanı İndira Ghandi’ydi ve o, Poverty is the biggest polluter (Yoksulluk en büyük çevre kirleticidir, redaksiyonun notu) sloganıyla büyük bir üne kavuşmuştu. Bu slogan zengin ülkelerin pahalı çevre koruma uygulamalarını karşılayabilecek, yoksulların ise üstlenemeyecek olması gerçeğine dayanıyordu. Bu, yerel çevre kirliliği için geçerliydi. Günümüzde ise iklim, okyanuslar ve biyolojik farklılık açısından geçerli olan daha çok Affluence is the biggest polluter’dir (Bolluk en büyük çevre kirleticidir, redaksiyonun notu). “Önce zenginleşmek ve daha sonra doğal çevreyle ilgilenmek” mantığı günümüzde tümüyle dezavantajlıdır.
Sonuçta ekolojik hedefler için en büyük tehlikeye Sürdürülebilir Kalkınma Gündemi’nde hiç mi hiç değinilmiyor: Büyük bir hızla artan dünya nüfusu. Aslında buna karşı sürekli sunulan gerekçe, en büyük artışın gerçekleştiği yoksul ülkelerde kişi başına düşen ekolojik ayak izinin, zengin ülkelerden çok daha küçük olduğudur. Ancak yoksul çoğunluğun siyasi gücünün ekonomik büyümenin onların oldukça yararına olmasını sağlama eğilimi gösterdiğini herkes biliyor; ve onları bu yüzden kim kıskanabilir ki? Ampirik olarak gelişmekte olan ülkeler son on yıllarda arayı önemli ölçüde kapattı, “Fil Eğrisi”[2] bunu gözler önüne seriyor (Tablo 2). Gösterilen zaman kesiti aslında 2008’de bitiyor, ama son on bir yılda gelişme devam etti.
Günümüzde kömür kullanımının dinamiği gelişmekte olan ülkelere kaymış durumda. Şu anda 1380 yeni termik santral kurulma ya da planlama aşamasında bulunuyor ve bunların %90’ı gelişmekte olan ülkelerde yer alıyor.[3] Bu nedenle moral açıdan söz konusu ülkelere kırılmamak gerekir, ancak bu, eski sanayi ülkelerinin doğru davranmasına odaklanan bir iklim politikasının başarısızlığa mahkum olduğuna işaret eden apaçık bir sinyaldir.
Öyleyse küresel sürdürülebilirliğin gerçekçi siyaseti, ilk etapta gelişmekte olan ülkelerin iklimi, okyanusları ve biyolojik farklılığı korumaya yetecek bir ekonomik avantaj elde etmelerini sağlamak zorundadır. Biyolojik farklılık için Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’nde (İngilizce kısaltması CBD) “Access und Benefit Sharing” (ABS) ilkesi yer alıyor ve bu ilke, genetik kaynaklardan çıkar sağlayanları (özellikle Kuzey’den gelen ilaç ve tohum şirketlerini), ekonomik avantajlarını genetik kaynakların sahibi ülkelerle adil bir şekilde paylaşmakla yükümlendiriyor. Bu ilke Nagoya’da, Nagoya Protokolü ile somutlaştırıldı ve söz konusu protokol uluslararası hukuk temelinde 12.10.2014’te yürürlüğe girdi.[4] Ne yazık ki sanayi ülkeleri, herkesten önce de ABD, Nagoya Protokolü’nün düzenlemelerine uymaya hiç de yanaşmıyor.
İklimle ilgili bir benzer düzenleme Kopenhag’da gerçekleştirilen 15. Sözleşme Devletleri Konferansı’nda Almanya tarafından tartışmaya açıldı, ama ABD, Rusya, Suudi Arabistan ve daha başka devletler tarafından sert bir şekilde reddedildi. Buna “Bütçe İlkesi”[5] deniliyor ve tüm ülkelerin mevcut nüfus temelinde kişi başına atmosferi aynı oranda kullanma hakkı verilmesini ve tarihsel tüketimin de hesaba katılması gerektiğini ifade ediyor. Bu durumda eski sanayi ülkeleri “bütçelerini” zaten geniş ölçüde kullanmış oluyor ve gelişmekte olan ülkelerle, onların kullanım lisanslarını satın almak üzere sözleşme imzalamaları gerekiyor.
Bu yolla Almanya’da yenilenebilir enerjinin ucuzlaması noktasında başlamış olan yeni dalga ve de enerji verimliliğinin sahip olduğu devasa potansiyellerle birlikte, gelişmekte olan ülkelerin ekonomi bakanlarının, artık hiçbir termik santral kurulmamasını ve bunun yerine verimliliğe ve yenilenebilir enerjiye geçişi hızlandırmayı savunacakları bir durum ortaya çıkardı. Ve iklim konferansları bir anda yeniden anlam kazanmaya başlardı.
Okyanusların korunmasında doğa koruma bölgelerinin aşırı balık avına karşı güçlendirilmesi ve kontrol edilmesi ve plastik çöplerin ve zehirli maddelerin denizlere akıtılmasına karşı sert düzenlemelerin kabul edilmesi zorunludur. Bu düzenlemeler özellikle söz konusu plastik maddeleri üreten ülkeleri mali yönden etkilemelidir. Plastik maddeler için doğanın yararına ve doğa da kendiliğinden kaybolacak kimyasal yenilikler elbette fiyat baskısını olağanüstü arttırırdı.
Son olarak belirtilen öneriler salt birer taslaktır. Wir sind dran kitabında özellikle iklim sorusu ve de finans piyasalarının kontrol edilme zorunluluğu ayrıntılı olarak tartışıldı. Ve sürdürülebilirliğin hizmetinde yeni bir aydınlanmanın yolunu betimlemek için kitabın ikinci bölümünün tamamı ayrıldı.
[1]Ernst von Weizsäcker, Anders Wijkman u.a. 2018. Wir sind dran. Was wir ändern müssen, wenn wir bleiben wollen. Gütersloher Verlagshaus. (Englische Originalfassung:
Come On!, Springer, Heidelberg, New York.)
[2] Branko Milanovic, World Bank. 2016. https://milescorak. com/2016/05/18/the-winners-and-losers-of-globalization- branko-milanovics-new-book-on-inequality-answers-two- important-questions/
[3]Energiezukunft, 13.12.2017 und 5.10.2018
[4] The Nagoya Protocol on Access and Benefit-sharing, abrufbar auf der Homepage der Convention on Biological Diversity (CBD)
[5] Wissenschaftlicher Beirat Globale Umweltveränderungen (WBGU). 2009. Solving the climate dilemma: The budget approach. Berlin