Solon, Lidya Kralı Krezüs karşısında
Solon antik demokrasinin kurucuları arasında yer alıyor. M.Ö. 6. Yüzyıl’da Atina’da yaşanan toplumsal krizi aşmak için hazırladığı yasalarla tarihe geçmiştir. Bu yasalarla, aristokratlara borçlarını ödeyemeyen Atinalı yurttaşların köle haline gelmesi engellendi, köle olanlar serbest bırakıldı ve dış ülkelere satılanlar da geri getirildi. Toplum gelir düzeyine göre sınıflara ayrıldı. Soylulara egemenlik hakları tanıyan yasalara göre ancak seçkinler ve varlıklılar yönetime seçilebiliyordu.
Demokrasinin sınıflar çatışmasıyla içiçe olduğu belki ilk siyasal kuramcıların aklına hiç gelmedi. Çünkü onlar ileride kurulacak cumhuriyetlerin temelini oluşturacak saf bir eşit söz söyleme hakkını tanımlama çabasındaydılar. Bu, vatandaşları yalın bir biçimde siyasi katılıma teşvik kaygısı içeriyordu. Son derecede anlaşılır bir durum. Tarım alanlarının merkezinde oluşmaya başlayan kentlerin taşınmaz sahibi sakinlerinin tıpkı üretimdeki hakları ve yetkileri gibi, kent yaşamındaki düzenlemelerde, idarede de çıkarlarını öne sürme, bunların diğerlerininkilerle birlikte asgari ölçülerde hayata geçmesini sağlama.
Demokrasinin hem siyasal içerikli bir sözcük, hem de ideolojik bir örtü olarak öne çıkması burjuva devrimlerinin özgün karakteridir. Ama özgürlük, eşitlik, söz söyleme hakkı ilkçağlarda geliştirilen kent yönetimindeki katılımcı ilkenin evrilmiş halinden başka bir şey de değildir aslında. Bir sınıf farklılıkları sıfırlanması talebi hiç değil. Kaba olarak, pastada payı olduğu vurgusu ve buna karşılık da hisse hakkı. “Büyük” diye tanımlanan Fransız Devrimi’nin geniş halk yığınlarına, emekçilere ne getiremediği tarihsel olarak ortada. Ancak buna karşın burada, demokrasinin oldukça vurucu bir cazibe yarattığını kabul etmek gerekir. Emekçi yığınlarının nezdinde burjuvaziye kalıcı bir karar mercii olma olanağı yaratmıştır demokrasi. Sınıf atlayarak yaşam kalitenizi egemen sınıfın düzeyine yaklaştırabilirsiniz. En azından tüm yaşamınızı tam gün çalışmaya vakfederek elde avuçta hiçbir somut birikim görememe mutsuzluğundan uzaklaştırır sizi.
Çok açık; yirminci yüzyılın büyükçe bir bölümünde demokrasi, sosyalist bir talep olarak da yükseltildi. Bilimsel sosyalizmin kurucularının sosyalizmi hiçbir tartışmaya yer vermeyecek bir biçimde proleteryanın diktatörlüğü olarak ilan etmelerine rağmen. Demokrasi talebi ve diktatörlük savunusu, ne kadar da aykırı! Oysa aynı yüzyılın son çeyreğinde, kapitalist ülkelerde ve üçüncü dünyada sosyalizmin zaferi için canını ortaya koyanlar en birinci talep olarak demokrasiyi öne sürdüler. Demokrasiyle sınıfların varlığı arasında bağ kurmakta zorlananlar açısından huzursuzluk kaynağı bir durum.
Peki demokratik taleplerle eşit yaşam koşullarını öne süren ancak buna karşın üretim araçlarının kamusal bir zeminde görülmesine pek de sıcak bakmayan kafa yapısına ne demeli? Ta ilkçağlardan, köle emeğinin toplumun temel ekonomik dinamiğini oluşturduğu zamanlardan bu yana yönetme ve söz söyleme hakkını yalnızca mülk sahiplerinin tekelinde görme zorunluluğu diktatörlüğün tam da kendisi değil de nedir? Bu açıdan demokrasi ne denli diktatörlüğe karşıt bir özgürlük alanı gibi sunulmuş da olsa, gerçekte egemenlerin kendi aralarındaki eşitliği tanımlamaktan öteye gidemiyor. Dolayısıyla da proleterya diktatörlüğü de, emeğin siyasi iktidarının dürüstçe tanımlanmasından başka bir anlam taşımıyor.
Özellikle 2. Büyük Savaş’ının ardından emperyalist kutup tarafından dozu giderek artırılan yoğunlukta tüm dünyaya pompalanmaya başlanan antikomünist dalga, soğuk savaşın askerî gücünü de arkasına almasıyla mülkiyetin temeli olarak demokrasiyi kendisine bayrak yapmayı seçti. Oysa tuhaf bir çelişki, Savaş sonrasında sosyalist yolu benimseyen pek çok ülkenin kendisine, “Demokratik Cumhuriyet” demeyi seçmesi ve bunun kapitalist dünya tarafından yadırganmamış olmasıydı. Elbette, herkesin yönetime katılma hakkını öngören sosyalist düşüncenin siyasi iktidarı ele almasıyla bu düşünceyi hayata geçirmesi beklenir. Son yüzyıl içerisinde proletaryanın kendi düzenini kurma deneyimleri her ne denli düz bir diktatörlük, otoriter rejim, insan haklarının çiğnenmesi vb. şekilde karalanmaya çalışılmış olsa da, sosyalizmin belirli düzeylerde uygulanabildiği hemen hemen her ülkede yurttaşların ortalama yaşam kalitesinin hızla yukarıya çekilebilmiş olduğu ortadadır. Demokrasi, bu ülkelere yalnızca adını vermekle kalmamış, yalnızca sosyalizmin iktidarında kendisine gerçek bir uygulama alanı yaratabileceğini de göstermiştir.
1990 sonrasında ilan edilen “yeni dünya düzeni”nde demokrasi daha güçlü bir ölçüt olarak ortaya çıkar. Ancak bu kez, “Doğu Bloku” baskısından sıyrılan Batı kapitalizmi kendi demokrasi ölçütünü daha da sınırsız bir biçimde uygulatma alanı bulur. Buna karşın kendi içerisinde empoze ettiği sınırsız özgürlükler ki bu, sermayenin özgürlük alanlarıyla belirlenegelmektedir, haklar tartışmasını yani, “dímos”un ne denli, “krátos”la birleşebildiğini tartışmalı hale getiriyor.
1990 öncesi Doğu Bloku, emperyalizmin cüretini bir denge unsuru olarak sınırlarken kapitalizmin içerisinde kendi mülkiyet özgürlüğünü pek de sorgulamadan yaşamını sürdürmekte olan Batılı avam bu yeniden düzenlemeyle birlikte bir anda dünyanın bütünüyle rakipsiz bir sermaye ağının içerisine düştüğünü farkederek silkinip, Amerikan rüyasından uyanıyor. Demokrasinin, “elde olmayanlar”ın ortaya çıktığı andan itibaren anlam olarak daha da görünür olmaya başladığını kabul etmek gerekir. İnsanın üretimine ortak olduğu zenginliklerden pay alma hakkına sahip olduğunu anlaması belki de onun haklarının başkaları tarafından korunması durumundan daha uyarıcıdır. Kısaca 1990’ı, kapitalizmin Pirus’u saymak hiç de abartı sayılmamalı.
Günümüzde, sınırlı da olsa mülki-yetin doyurmasını değil, “eşit hak kullanımı”nı önemseyen kitleler açısından artık, “üretim araçları üzerinde siyaset” üzerinden söz sahibi olunması, bu araçların yükselttiği refah düzeyinden ne kadar pay alınacağı pazarlığının önüne geçiyor. Bir diğer deyişle, siyasal erkin kontrolü zenginliğin dağılımındaki eşitsizlikleri gölgede bırakıyor. Artık, “dímos”un mülkiyetini geliştirme hakkı talebi değil, zenginliği kontrol ve idare eden siyasi erkin sürekli kontrolünü ele alma gereği netleşiyor.
Seçimlerle biçimsel olarak benimsetilmeye çalışılan dolaylı/temsili demokrasi modeliyse artık tek kutuplu -yeni- dünya çeperlerinde yer alan çevre-kapitalist ülkelerde olmazsa olmaz baskısıyla ve kredi musluklarının açılma, kapanma tehditleri altında, seçilenler aslında egemen sınıfın diktatörlüğü adına seçilmiş olsalar da, en demokratik model olarak meşruiyet kazanıyorlar.
Bir de, yeni dünya düzeninin ülke içerisindeki sınıfsal çatışmaların karşısına çıkardığı önemli bir sapmaya da değinilmesinde yarar var ki, Doğu Bloku’nun çözülüşü ardından kapitalizmin potasına sokulan ve bireysel özgürlükler temelinde yükseltilen bu yönelim, demokratikleşme kılıfı altında oldukça belirleyici bir engel işlevi üstleniyor. Bunu tek bir bütün altında toplayarak inanış, ulusal kimlik, cinsel kimlik ya da tercih alanları olarak büyük ölçüde sınıf mücadelesine eklemlenen talepler şeklinde saptamak mümkün.
Kapitalizmin kendi doğasından kaynaklanan bu sorunları yine aynı sistem içerisinde ama emekçi sınıfın siyasi mücadelesi içerisine monte ederek çözümlere yöneltmesi demokratik bir siyasi çözümsüzlüğün hiç kuşkusuz en becerikli yapılandırılmış biçimi olarak ortaya çıkar. İktidar değişimi mücadelesini detaylara boğar, kapitalizmin doğasından üremekte olan sorunların çözümünü kapitalizmin toptan ortadan kaldırılması anlamına gelen sosyalist devrim sonrasına bırakılmasını bir sapma olarak göstererek, bu sorunların kapitalizmin içerisinde çözümüne öncelik verilmesinin hiç de karşı devrimci bir duruş olmadığını emeği sömürülmekte olanlara dayatır. İşin tuhafı, sosyalist devrime inanan kimi yapıların aynı zamanda buna da inanmalarıdır. Ki aslında burjuvazinin demokratik kazanımlar olarak öne sürdüğü bu durum, sınıflar arası çelişkilerin yalnızca temsili boyuta indirgenerek emekçiler açısından bir türlü aşılamıyor olması, halkın en geniş katılımını esas alacak olan siyasi devrimi gölgeleyen önemli bir engeldir de.
Dimokratía (δημοκρατία), köle emeğinin sosyo ekonomik yapının temel dayanağı olduğu ilkçağlarda, mülk sahiplerinin kendiliğinden egemenliğini doğal bir eşitlik ilkesine, ama egemenler arasındaki eşitliğe bağladığı zamanlarda pek yüksek tutuluyordu elbette. Çünkü toplum dinamiğinin hem ekonomik hem de siyasal anlamda sınıf sömürüsüne dayanmakta olduğu gerçeği henüz keşfedilmemişti. Feodalizmin egemenliği ele geçirdiği dönemde ve burjuvazinin sınıfsal iktidar ortaklığından tam egemenliğe yükseldiği dönemde mülk sahiplerinin bu lüksü devam etti. Ta ki, sömürünün olduğu her toplumda iki uzlaşamaz sınıfın varlığı artık yadsınamaz bir şekilde ortaya konulana, bir diğer deyişle, insanın insanı ister mülkiyet anlaşmazlığı, ister demokrasi adına sömürmeye devam etmesini engelleyecek tek yolun sınıfların insanlık tarihinden silinmesi olduğu anlaşılana kadar.
Dímos (δῆμος) adına harekete geçerek, krátos (κράτος) kullanımını sonsuza değin eline alıp, archí (ἀρχή) yerine ekonomik sömürüyü tümüyle ortadan kaldırmış ve halkın eşit katılımcı onayıyla iktidarı ele almış olan siyasi örgütlenmenin önderliği gerçek demokrasiyi hayata geçirecektir. Böylelikle de artık asırlardır halkın artı değerine el koyma alışkanlığı edinmiş, varlığını buna bağlamış olan mülk sahibi sınıflar da ellerindeki bu “yararlı maymuncuk”tan sonsuza kadar mahrum kalmış olarak, çürüyen diş / dökülen et / bir daha geri dönmemek üzere yıkılıp gideceklerdir.