Dr. Benjamin Bunk | Erfurt Üniversitesi
BM’in Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri ve Evrensel bir İnsan Hakkı Olarak Eğitim Hakkının
Genişletilmesi ve de Güçlendirilmesi
Bir Yorum
Geleceğe dönük 17 küresel hedef ya da Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri (SDG’ler), 25 Eylül 2015’te BM üyesi 193 ülke tarafından Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi’nde kararlaştırılan 2030 Gündemi’nin[1] çekirdeğini oluşturuyor. Dolayısıyla orada geleceğe ilişkin salt iddialı hedefler tasarlanmadı, aynı zamanda normlar belirlendi ve bir evrensellik oluşturuldu. Ancak bu, ne söz konusu normların şimdi artık tüm dünyada paylaşıldığını, yerel ölçekte mantıklı ve her yerde önemli olduğunu, ne de bu normların içerdiği, bizim ortak ve kalıcı gelişim sürecimizin evrenselliğinin herkesçe kabul edildiğini ifade eder. Buna rağmen söz konusu olan şey, (geniş anlamıyla) bu normların artan kurumsallaşması için yükümlük almayı kabul ederek uygulanması için tüm devletlerin en azından biçimsel olarak üzerinde anlaştığı bir gelecek vizyonunun (asgari) mutabakatıdır. Bu noktada 17 SDG, sözcüğün gerçek anlamıyla BM’in 2030’a kadarki gündem çerçevesi olduğu anlamına geliyor. Onlar belirli bir tarzda dünya genelindeki bir gelişim sürecini çerçeveliyor ve yapılandırıyor. Bu gelişim süreci, bize gelecekte daha fazla adalet sağlamak umuduyla, hedeflerini aynı biçimde mekânsal (“Küresel”) ve de zamansal (“Gelecek”) boyutlara yönelterek, sürdürülebilir olmayı amaçlıyor.
Bu gazete ile (PoliTeknik) yakından bağlantılı olan “İnsan Haklarının Genişletilmesi” girişimi bağlamında, son olarak böylesi bir inisiyatifin sözü edilen BM sürecinin bir parçası olarak kendini nasıl görebileceği – ya da göremeyeceği tartışıldı[2]. Farklı bir ifadeyle, eğitime ilişkin yaygın anlayışın genişletilmesini telkin eden dünyanın dört bir tarafındaki eğitim politikalarına dönük eleştirel perspektiflerin, BM sistemi içerisinde ya da dışında nasıl birleştirileceği söz konusu. Bu temelde, ben burada bir gelişim sürecinin stratejik desteklenmesi olarak SDG’leri tanıtmak istiyorum.
Başta SDG’ler birçok hedef aracılığıyla sürdürülebilir (Sustainable) bir kalkınma (Development) yolunu sürdürmeye devam ediyor, öyle ki bu yol 2000 yılında belirlenen Milenyum kalkınma Hedefleri (MDGs) ile Birleşmiş Milletler’in üst bir stratejisine dönüşmüş ve bu stratejiye diğer tüm önlemler ve kurumlar tabi olmuştur[3]. SDG’lerin belirleyici özelliği, ‘salt’ hedef formüle etmeleri, ancak uygulanmaları için (doğru) yolu nispeten açık bırakmalarıdır. Bu şekilde, yolun kendisini sorgulamadan, mümkünse herkesin katıldığı kalıcı, süreklilik arz eden bir sürecin varlığı güvence altına alınmak isteniyor. Bu “herkes” ise farklı anlaşılıyor.
Bu yılki High-Level Political Fo-rum’da (HLPF)[4] “Empowering people and ensuring inclusiveness and equality” konusu çerçevesinde ayrıca SDG 4 tartışılacak[5]. SDG 4 “tüm insanlar için kapsayıcı, fırsat eşitliğine dayalı ve üstün kaliteli eğitim ve de yaşam boyu öğrenim olanaklarını güvence altına almayı” öngörüyor. Bu norm, diğer 16 SDG’ye analog olarak, yedi alt hedefte ve uygulamaya yönelik üç tedbirde somutlaştırıldı[6]. Forumda hem bu normun değişik siyasi eylem düzlemlerinde ve farklı eylem alanlarında kurumsallaşmasındaki başarı durumu ele alınacak, hem de her bir devletin (gönüllülük bazında) hazırladığı raporlarda, hedeflerin uygulamada erişilen ölçülebilir derecesi aktarılacak. Tekrar: SDG 4 hedefine nasıl ulaşılacağı – diğer tüm SDG hedeflerinde olduğu gibi – bu noktada salt biçimsel olarak belirleniyor. Ayrıca bu High-Level Political Forum’un hazırlığı esnasında tüm siyasi düzlemlerde, nitekim sivil toplumla da, bununla bağlantılı eleştirel tartışmaları küresel düzlemde bir araya getirmek amacıyla, tartışmalar yürütüldü[7].
MDG’lerden ayrı olarak, SDG’leriyle birlikte 2030 Gündemi’nin övülen yönü, dünyanın tüm devletlerine aynı biçimde seslenmesi ve bu anlamda onları, kuzey yarımküredekileri de dahil, gelişmekte olan birer ülke ilan etmesi ve devletleri sürdürülebilir küresel bir kalkınma yolunda görmesidir[8]. Buna karşın başlıca eleştiri noktası 2030 Gündemi’nin aslında çelişkili hedefler içeriyor olmasıdır. Bu çelişki, sistematik açıdan her bir hedefin kendi içerisinde[9], ama özellikle de hedefler arasındaki ana düşüncede var. Bu çelişkili durum örneğin bir tarafta “kapsayıcı, eşit ve yüksek kaliteli eğitimi” uygulamak ile (SDG 4) “iklim değişikliği ve etkileriyle mücadele amacıyla hemen önlem” alınması (SDG 13), diğer tarafta “kalıcı, geniş etkili ve sürdürülebilir ekonomik büyümeyi” (SDG 8) hayata geçirmek gibi paralel taleplerde açıklık kazanıyor – zira kapitalist, tüketime odaklı yaşam tarzımızın ilk iki hedefi engelleyen, diğer bir ifadeyle onların arkasındaki sorunlara yol açan bir neden olduğu sorgulanmıyor. Nitekim son nokta, BM sadece hedefler belirlemekle yetinmediğinde, aksine bu hedeflere nasıl ulaşılacağına ilişkin önermelerde bulunduğu ve bu yönde tutarlı bir siyaseti kabul ettirmeye çalıştığı zaman oluşan çatışkıya işaret ediyor. Bunun ötesinde kuzey yarımkürede pek konu edilmemekle birlikte, ama güney yarımkürede her yönden varlığını hissettiren şey, belirlenen hedeflerin tek taraflı kültürel benzeşmeyi ve hatta devam eden sömürgeleştirmeyi içerdiğine yönelik eleştiridir. Kanımca bu iki eleştiri gerçekte daha çok 2030 Gündemi’nin asıl gücünü gösteriyor: SDG’lerin hayata geçirilmesi çok farklı heterojen ya da özgül gerçeklikleri de, ağırlığı ve uygulama biçimlerini geniş ölçüde yerel kararlara bırakarak, ortak bir süreçte bir araya getirmeye olanak sağlıyor – dünyanın kalkınmasını her daim belirleyen reel politik güç dengeleri karşısında bu yerel kararlar için, tüm bulanıklığa, ikircikliğe ya da bezginliğe rağmen, hiç yoktan iyi demek gerekiyor.
Bu stratejiyi anlamak için birkaç adım geriye gidilmeli. 1970’li, 80’li ve 90’lı yıllarda BM, küresel kalkınmanın doğru yolu üzerine yürütülen ve sert geçen kalkınma politikalarına dair tartışmalarla doluydu. Biraz abartılı olarak bu tartışmaların çekirdeğini, kültürel ve sosyal eşitsizlik koşullarında birilerinin olumlu kalkınmasının diğerlerinin iyi gelişmesini engellediğine ilişkin saptaması oluşturuyordu – ve bu günümüzde de geçerli olmaya devam ediyor[10]. Ancak geçen yüzyılda sömürge olarak bağımsızlığını ilan eden devletlerin sayısı arttıkça, nitekim bu sayede BM Genel Kurulu’nda oy çoğunluğu güney yarımküredeki devletlere kaymıştır, BM bünyesinde genel kurulun önemi azaldı ve hatta BM bloke oldu, çünkü reel politik güç dengeleri aynı biçimde kaymadı (şu an BM’nin kendisinin ya da Paris İklim Anlaşması gibi uluslararası sözleşmelerin yoğun bir şekilde sorgulanmasında görüldüğü gibi). BM’in 2030 Gündemi’nin yardımıyla ortak hedefler üzerinde anlaşma ve resmi kriterlerle ortak bir süreci kalıcılaştırma stratejisinin nedeni budur. İkilemden bir çıkış yolu olarak düşünülüyor bu – her ne kadar bu adımla kuzey güney çatışması kesinlikle çözülmemiş ve mevcut güç dengeleri çeşitli biçimlerde devam ediyor olsa da[11].
2030 Gündemi ve de BM’e yöneltilen tüm eleştirilere rağmen, 17 SDG kapsamlı, küresel bir istişare sürecinin bir sonucudur ve dolayısıyla da sürdürülebilir bir kalkınma için evrensel bir gündemdir. Ulusal çıkarlara yönelen bir siyasetin dünya genelinde revaçta olduğuna ve herşeyden önce daha üst değerler yerine kendi çıkarlarını hedefleyen kuzey yarımkürede tikel yönelimlerin, insan hakları, kapsayıcılık ya da sürdürülebilirlik gibi eşitlikçi değerler karşısında yeni bir meşruiyet kazanmalarına bakıldığında, bu önemli bir başarıdır. SDG’lerin bu hedef ve değerlerini küresel düzlemde kararlaştırmak yalnızca ilk adımdır ve onların biçimlendirilmesi için verilen siyasi ve ideolojik çatışkı henüz yeni başladı. Onların yerelde, halk arasında, ama ayrıca siyasi karar vericilerde kabul görmesi ve de tutarlılık ve tesir gücü kazanması ve hatta başka çıkarların astı olduğu üst yönelim çerçevelerine dönüşmeleri, bir sonraki, geleceğe dönük adımdır.
Eşit olmayan ve heterojen dünyamızda çelişkiler devam edecek. Gelişim örgütleme denemeleri zorunlu olarak mevcut adaletsizlikleri ve güç dengelerini yeniden üretir – özellikle de söz konusu gelişim üzerindeki etki sınırlı ve kırılgan olduğunda. BM mevcut bir dünya topluluğunun organı ve SDG’ler de onun yürütme erki değil. BM’in kendisi ancak sınırlı bir güç kullanabilir ve işbirliğine gereksinim duyar. BM bir ütopinin ifadesi ve umududur. Dolayısıyla SDG’nin normatif gündemi ile, ölçülebilir kriterler belirlenmesi ve herşeyden önce bir evrensellik oluşturma girişimiyle dünyanın bugüne kadarki gelişiminin daha iyi bir yöne kaydırılacağına – ya da en azından bu şekilde daha kötü şeyler olmasının engelleneceğine – inanılıp inanılmadığı sorusu öncelik kazanıyor. Ama bunun dışında asıl soru, herkesin katıldığı ortak bir süreci ayakta tutmak ve desteklemek için gösterilecek çabaların esas hedefi oluşturup oluşturmadığıdır. Çünkü bu düşünce genel kabul görmüyor ve güç dengelerini ve mevcut eşitsizlikleri kendi avantajları için kullanmaya çalışan tikel, bir diğer ifadeyle ulusal yönelimli siyaset tarafından artan oranda sorgulanıyor.
Bu soruyu Eğitim Haklarının Genişletilmesi Projesi de kendisine yöneltmeli. ‘Genişleme! Hangi ölçüde SDG stratejik yolunun (belki de tüm BM sisteminin) reddedilmesi anlamında radikal bir eleştiri ya da 2030 Gündemi’nin kalkınma sürecinin bir parçası olarak kavranabilir? Bu küresel düzlemde, bu gazetede (PoliTeknik kastediliyor, redaksiyonun notu) yayınlanan ulusal yönelimli yazılara analojik olarak, girilen eğitim politikası ‘yolu’ eleştirilmeli midir (nasıl sorusu)? Yoksa Eğitim Haklarının Genişletilmesi fikri en azından uluslararası düzlemde, ilkin eğitim hakkıyla ilgili başka bir anlayışa sahip, çok çeşitli ve farklı sesleri bir araya getirerek, evrensellik düşüncesini güçlendirmeyi hedeflemiyor mu? Bu, ayrıca güney yarımkürede artan yerel uygunluğu ve herşeyden önce kuzey yarımkürede tutarlılığı ısrarla isteyen bir güçlendirme midir? Öte yandan bu açıdan bakıldığında BM’in kendisi sivil toplumsal bir organizasyon olarak reel politik güç dengelerinin bir temsilcisi değil, daha çok ütopik bir dünya topluluğu kategorisine dahildir. 2030 Gündemi’nin varlığı ya da bir İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin bulunması ve onun ortak payda olan ve şaşılacak bir şekilde herkesçe bilinen bir çerçeve yapılandıracak kadar canlı olabilmesi, en başta BM’in bir kazanımıdır. Nitekim Eğitim Haklarının Genişletilmesi Projesi’ni bir platform olarak mümkün kılan ve – bu gazetede konuyla ilgili yayınlanan çok çeşitli makalelerinde gösterdiği gibi – birçok partner ile küresel ölçekte görüşülmesini sağlayan da en başta bu olgudur. Eğitim hakkının genişletilmesi ancak paylaştığımız, dayanak aldığımız ve onun aracılığıyla kendi aramızda (eleştirel tarzda) anlaşabildiğimiz ve dolayısıyla da – umarız – bir evrensellik yaratabileceğimiz bir nesnenin olduğu yerde mümkündür. Dolayısıyla böylesi bir girişim daima eğitim hakkının güçlendirilmesi ve böylelikle de 2030 Gündemi’nin ve SDG 4’ün bir parçasıdır. Bu yine de onun, Eğitim Haklarının Genişletilmesi Projesi’nin tek çerçeve ve odak noktası olduğu anlamına gelmez, aksine, kendiliğinden ve kendine özgü iç dinamiğiyle, bağımsız bir süreç olarak görülmesi gerektiğini ifade eder. SDG’ler bu özgürlüğe olanak tanıyor – BM de farklılıklar noktasındaki bu bağımsızlığın bilincinde.
[1] İyi bir genel izlenim edinmek için, Marten, Jens/Obenland, Wolfgang: Die Agenda 2030. Globale Zukunftsziele für nachhaltige Entwicklung. Bonn/Osnabrück, 2017
[https://neu.globalpolicy.org/sites/default/files/Agenda_2030_online.pdf; 13.04.2019].
[2] Bu tartışmanın arka planında, proje temsilcilerinin BM temsilcileriyle yakında New York’ta gerçekleştirecekleri görüşme yatıyor.
[3] SDG’lerin devasa büyüklükteki BM’in faaliyetlerine ve onun ayrışmış kurumlarını (dar anlamıyla) içeriden yönetmeye yöneldiklerine ilişkin görünüm burada ele alınmıyor.
[4] Bkz.: https://sustainabledevelopment.un.org/hlpf/2019;
13.04.2019.
[5] 2000 yılından çok önce branşa özgü hedefleri kararlaştırmak üzere tekrarlanarak gerçekleştirilen ve aslında High-Level Summits ve Conferences geleneğine işaret eden bir uygulama. Millennium Development Goals ile bunlar birleştirilmiştir.
[6] Buna rağmen her SDG içerisinde uygulamanın gerektirdiği önlemler var, örneğin: 4.c 2030’a kadar ayrıca uluslararası işbirliğine dayanarak öğretmen eğitimi alanında gelişmekte olan ülkelerde ve özellikle de en az gelişmiş ülkelerde ve gelişmekte olan küçük ada devletlerde nitelikli öğretmen arzını olabildiğince arttırmak.
[7] BM’in ne yazık ki tüm insanların (bilhassa kendi ülkelerindeki azınlıklara müdahele eden hükümetlerin bulunduğu yerlerdeki insanların) temsil edildiği bir devletler topluluğu olmadığı sorunsalını burada ele alamıyorum. BM’in kuruluş aşamasında, kendisinin de bu durumun farkında olduğuna işaret etmekle yetinelim (bkz: Birleşmiş Milletler Antlaşması). Buna göre sivil toplumsal danışma ve katılım için farklı mekanizmalar bulunuyor – ancak Dünya Sosyal Forumu fenomeni bu mekanizmaların yetersizliğine işaret ediyor. BM aynı zamanda, örneğin bir ‚Responsiblity to Protect’ ile ulusal devletlerin bağımsızlığı ilkesini bertaraf etmek için uluslararası bağlayıcılığa sahip kurallar belirlemeye çalışıyor (örneğin devletler kendi halklarına karşı yoğun müdahalelerde bulunduğuda).
[8] „Güney yarımküre“ kavramı ile küresel sistemde mağdur edilen toplumsal, siyasal ve ekonomik bir pozisyon anlaşılmaktadır. „Gelişmekte olan ülke“ gibi kavramlarla, „gelişim“ hiyerarşize etmeye dayalı ve sözü edilen ülkelerin izlemesi gereken bir tasarım olarak ifadesini bulurken, „güney yarımküre“ ve „kuzey yarımküre“ kavram çifti ile küresel bağlamda siyasal, ekonomik ve kültürel pozisyonların adlandırılmasına çalışılmaktadır. Aşılması gereken bir ayrım. Güney ve Kuzey kısmen coğrafi anlamda kulllanılmakta.
[9] Örneğin SDG 4.7’nin „2030’a kadar öğrenen herkesin sürdürülebilir kalkınmayı desteklemek amacıyla gerekli bilgi ve vasıflandırmayı edinmelerini sağlaması ve buna ayrıca sürdürülebilir kalkınma ve sürdürülebilir yaşam tarzları için eğitim, insan hakları, cinsiyet eşitliği, barış ve şiddet kullanmama kültürü, dünya vatandaşlığı ve kültürel çeşitliliğe değer verilmesi ve kültürün sürdürülebilir kalkınmaya katkısı yoluyla ulaşılması“ isteniyor. Bu hedefler arasında her ne kadar bir bağlantı olsa da, öğrenim kuramı perspektifinden ve de Alman eğitim sistemi açısından farklı düzlemlerde yerleştirilmiştir.
[10] Sözde toplamda olumlu ekonomik kalkınmaya yapılan atıf dahi artan eşitsizliği ve devam eden dışlamayı gizleyemez. Sonuçları neden olanları değil, aksine en başta ‘diğerlerini’ etkileyen iklim değişikliği bunu en az aynı dramatik biçimde gözler önüne seriyor. Aynı biçimde finansal nedenlere dayalı uygum sağlama olanakları – ve dolayısıyla da birilerinin insafına kalma duygusu – eşitsiz dağılmış durumda.
[11] Derinleştirmek için ayrıca: Lessenich, Stefan (2016): Neben uns die Sintflut. Die Externalisierungsgesellschaft und ihr Preis. München: Hanser Berlin.