Prof. Dr. Peter Rödler | Koblenz-Landau Üniversitesi
Değerli Okurlar,
‘The end of history and the last man’(Fukuyama 2006) başlıklı, son derece kuşkulu kitabında, yazar, Hegel düşünüşüne uygun bir şekilde, liberal demokrasi düzeyine erişilerek, tarihsel gelişimin ilerleyişinde nihai bir sona gelindiğini iddia etmektedir. Kısacası: Buna göre tüm mitler ortadan kaldırılmış ve seküler bireyin özgür hakkı kendini kabul ettirmiştir. Salt kendi ekonomik işleyişiyle, kapitalizmin, her türlü değer ve ideolojinin ötesinde tek organizasyon biçimi olarak meşrulaşan kürese lbağlayıcılığı, bu hakkın toplumsal dışa vurumu olarak görülmektedir.
Bu tez her ne kadar – yazar da bunu kabul etmektedir – İslam toplumunun dinamikleri – salt İslamcı kökten dinciler değil – ve de devam eden ve Papa Franziskus’un açıklamalarıyla bağlantılı olarak Katolik Kilisesi’nin artan önemiyle baltalanıyor olsa da, burada, bu pozisyonun kendi içindeki ve ona karşı seküler çelişkilerin ne olduğu sorusu gündeme geliyor.
ABD’nin (Obama) AB müsteşarı Victoria Nuland’ın, 4 Şubat 2014’te (Meydan’da şiddetin tümüyle kontrolden çıkmasından 14 gün önce), Amerikalıların Ukrayna sorununu yönetmekle ilgili düşünceleri kapsamında sarfettiği “Fuck the EU!” şeklindeki sözleri de, ‘Eski Avrupa’ ile (Almanya, Fransa), 2. Irak Savaşı çerçevesinde ‘Savaş Yanlıları İttifakı’na’ katılmak için sıraya giren ‘yeni’ (Doğu Avrupa) devletleri arasında fark gören Rumsfeld (Bush hükümeti) geleneğine tekabül eden çıkarları, aynı biçimde açıkça ortaya koyuyor.
Bu zeminde Fukuyama’nın tezi belliki uluslararası bir ağ oluşturmuş Amerika’nın paralı elitlerinin çıkarlarını kanatlardan desteklemeye yarayan absürt bir iddia olarak yansıyor: bunun lafı bile olmaz. Yakından bakıldığında ise bu iddia yine de tartışmaya ve üzerinde düşünmeye değer bir yön içeriyor. AB’nin kurucu ülkeleri Almanya ve Fransa’nın ‘eski’ ve yıpranmış ifadeleriyle diskalifiye edilmeleri bu doğrultuda bir ipucudur.
Neyin ulusal olduğuna ilişkin taşıdıkları farklı anlayışlara rağmen, buiki ülkeyi – iki korkunç savaştan çıkan deneyimlerin ve günümüze dek devameden kalıcı bir barışın yanı sıra – birleştiren şey, başarılı olmuş iki demokratik devrimin (Fransa 1789, Almanya 1989) tarihsel temelidir, bir diğer ifadeyle, özgürlük kavramı, burada, uğrunda başarıyla savaşılmış belirli değerlere DÖNÜK bir özgürlük kavramıdır. Rumsfeld’in değerlendirmesi ve de Nuland’ın sözlerinde ise ifadesini bulan şey, George W. Bush’tan bu yana Amerikan siyasetini karakterize eden ve günümüzde Trump’ın stiliyle olabildiğince gözle görülür hale gelen, zincirden boşanmış, ‘tüm değerlere DÖNÜK bir özgürlük’. Bu noktada da, aslında Obama’nın, Amerika’da iklim ve sosyal yapı konularında ilerici adımlar attıysada, dış politikada drone savaşıyla uluslararası hukuku ihlal eden o süreklilik kapsamında hareket ettiği anımsanmalıdır. Demokratik değerler için özgürlük ya da topyekün talep olarak özgürlük arasındaki ayrım, görünüşte genel anlamda bağımsızlaştıran özamaç (Fukuyama) olarak işte bu fark, kanımca, bu şekliyle tarihte bir ilk oluşturarak, dünya ölçeğinde toplumlar arası karşıtlıkları belirlemektedir.
Bu durumu özel kılan şey nedir? Yeni ve belirleyici olan, toplumsal yönetimin – siyasetçiler, elitler – herhangi bir ütopi, değerler sistemi, vizyon, planla bağlantılı hayata geçen özçıkarı dışında– ki bu özçıkar yurttaşlara da tanınmaktadır– özdeşleşilen kimseler olarak hiçbir şeyin hizmetinde değildir. Almanya’da Kohl’un uygulamaya soktuğu ve Merkel’in kesintisiz devam ettirdiği bu siyaset, salt mevcut olanın ‘aynı şekilde devam etmesiyle’ tanımlanmaktadır ve bu nedenle o, doğal olarak korku dolu köklü değişim dönemlerinde kendilerinin seçilmesi için güçlü bir gerekçedir;… en azından onun yüzünden ele alınmamış ve bu nedenle çözülmemiş sorunlar gözardı edilemeyecek kadar büyüdükleri durumlarda.
İstikrarı sağlayan bir diğer etki, bu şekilde ‘yönetilen’ sistemde mevcut toplumsal gerçeklerden sorumlu kişilerin teşhis edilememesi olgusudur. Şimdiki zaman, bir çeşit ‘kendi kendine yeşermiş’, alınyazısı gibi ortaya çıkmış görünmektedir, dolayısıyla siyasetçilerin sadece kendisi gerçekliğin ‘alternatifsiz’ olduğu iddia edilen beklentilerine tekabül eden kişiler olmaktadır. Sistemin neden olduklarına maruz kalan yurttaşlar için sonuçta hiçbir hasım yoktur ve böylelikle de hareket seçeneği bulunmamaktadır. Gerçekte yöneten konumundaki aktörler ve onların çıkarları ise gizliliğini koruyarak arka planda kalıyor (‘leading from behind’) – mali ekonomi (Black Rock, Pricewaterhouse), küresel ölçekte etkin şirketler (otomobil ve silah sanayi) yada medya holdingleri (Bertelsmann, Springer) – ya da onlar kendilerini ‘tarafsız’, ideolojik olmayan ve sistemin salt olgularla bağlantılı (Rating, Rankings…) parçaları olarak (OECD, CHE) kendilerini kamufle etmektedir.
Bu durum 90’lı yıllardan beri keza bilim de bu ideolojiye dahil edildiği için son derece dramatiktir. 1990’lı yıllardan itibaren yüksekokul sisteminin kuralsızlaştırılması yoluyla devletin yüksekokullarla ilgili sorumluluğundan kademeli olarak çekilmesi, üniversiteler için büyük bir özgürlüğe değil, aksine yeni ‘girişimci’ üniversitenin kaynak sağlayanlara ve onların koşullarına tümüyle bağımlı olmasına yol açtı. Bu yönde en belirleyici oyuncular, OECD’nin PISA araştırmaları ve Bertelsmann Vakfı ile Kültür Bakanlıkları Daimi Konferansı’nın işbirliğine dayanan ve ZEIT Gazetesi’nde yayınlanan üniversite değerlendirme listesini hazırlayan Yüksekokul Gelişim Merkezi’dir (CHE).
Bu noktada, yayınlanan sonuçların geçerliliğinin değil, aksine, bu sonuçların, kendi temelini oluşturan parametrelere kendini teslim etmesinin öncelikli olduğunu gösteren şey, örneğin Koblenz-Landau Üniversitesi 1. Anabilim Dalı’nın – Kiel Matematik ve Doğabilimleri Fakültesi ile eşzamanlı olarak – CHE derecelendirme uygulamasıyla işbirliğini Temmuz 2009’da sonlandırmasına rağmen, yine de, hatta kısmen sıralamada yükseldiği listeden çıkarılmamış olmasıdır, yani 1. Anabilim Dalı, yöntemsel açıdan sorunlu, bilimsel açıdan tek taraflı ve dolayısıyla değerlendirmede
bilim politikası açısından zararlı olduğu kanısına varılan söz konusu derecelendirme için daha fazla veri sunmayı reddetmiş olsa da, listede tutulmuştur. Bu karar daha sonra aynı gerekçeyle Alman Sosyoloji Topluluğu DSG (Temmuz 2012) ve Eğitimbilimleri DGfW (Eylül 2012) tarafından, üyelerine sözü geçen araştırmaları boykot etmelerini de önermek üzere onaylanmıştır.
Nitekim sosyalbilimler ve tin bilimleri alanındaki üst düzey müdahalelere rağmen, yukarıda betimlenen, niceliksel çıktı yönelimli bilim yönetimi uygulaması günümüzde de devam ediyor ve o, tüm düzlemlerde ‘kanıta dayalı ampirik araştırmanın’ tümüyle baskın hale gelmesine yol açtı. Ve o, bilimsel dergilere olduğu kadar, elbette hakemliği yapılmış dergiler, resmi finansman dışında BMBF ve DFG’nin sağlayacağı mali destek kararına egemendir ve bu, özellikle genç akademisyenlerde baş gösteren, bağlamsızlaştırılmış, yöntem yönelimli bilimlerin tam bir monokültürüne yol açmaktadır, çünkü bu senaryoda resmi finansman dışı mali destek tedarik etmek, yüksekokulda bir iş bulabilmenin temel bir etmeni olmuştur.
Bu öyküyü ‘komplo teorisiyle’ beslemediğimi ve tüm anlatılanlarda gerçekten de uluslararası düzeyde siyasi süreçlerin planlı yönetimi söz konusu olduğu, OECD’nin ‘Policy Brief’ yayınındaki şu alıntıda yer almaktadır: “Riskli değişkenlere ilişkin bu betimlemenin ardından, şimdi de siyasi sorunlar doğurmayacak birçok değişken sunabiliriz. Bütçe açığının azaltılması için kamu yatırımları ya da işletme harcamalarında köklü kesintilere gidilmesi siyasi bir risk taşımaz. İşletme harcamalarında kısıtlama yapmak isteniyorsa, o zaman, her ne kadar kalite kaybı yaşansa da, verilen hizmetin niceliğine dokunulmamalıdır. Örneğin okul ve üniversitelerin bütçesi kısılabilir, ama öğrencilerin sayısını azaltmak tehlikelidir. Aileler çocuklarının okullara erişiminin engellenmesine şiddetle karşılık verir, ama verilen eğitimin kalitesinin aşamalı olarak düşürülmesine tepki göstermezler ve ardından okullar adım adım belirli amaçlarla ailelerden ödemeler yapmalarını isteme yöntemine başvurabilir ya da belirli etkinlikleri tümüyle durdurabilir. Buna göre, söz konusu yöntem yavaş yavaş uygulanmalıdır, bir okulda, ama toplumun genel huzursuzluğuna yol açmamak için komşu okulda bu yönteme başvurulmamalıdır” (Morrison 1996, S. 28 [çeviri: Rödler]).
Ancak, çağdaş değerler söyleminin postmodernizm tarafından reddedilmesi, eğitim ve bilimin bu tarz bağlamsızlaştırılmasına, etkiyi arttırarak, ayrıca neden olmuştur. Burada, ilkece erişilebilir gerçek varsayımı üzerinden kendini tartışmalı kılan ve çelişki özgürlüğüne bağlayan amaçlara dönük (bilimsel) söylem, yerini, olası gerçeği yansıtmak isteyen öykülere (anlatılara) bırakmıştır. Değerlerle ilgili söylem ve kurumların önemi, yerini, organizasyonların işlevini (outcome) ele alan etkililik incelemelerine ve de onların yapısal ya da iletişimsel öğelerine bırakıyor.
Sonuçta bu noktada, bu yönlerin, yukarıda betimlenen çıktı yönelimli ampirik araştırma ile büyük bir tutarlılığı ortaya çıkıyor: Amaçlara dönük söylem olabildiğince dışlanıyor ve araştırmacılık neredeyse tümüyle salt işlevlerle, bir diğer ifadeyle üretken süreçlerle, bu süreçlerin önkoşullarıyla, araç ve yöntemleriyle ilgileniyor.
“Dogmatik bir şekilde, rasyonalizm, nesnellik ve yöntemsel tek taraflılıkta ısrarla diretildiği ve de değerlerden arındırılmış, apolitik sosyal bilimlere ve evrensel teorilerin (ki bu, kontekste bağlı kısmi teorilerin reddedilmesiyle el ele yürümüştür) avantajlarına inanıldığı için, bilim alanında, ‘bilimsel yöntemi’ sahte dinsel esas düzeyine yükselten fundamentalizmin bir türü oluştu. İlerlemiş yıllarında Ernest Gellner – tamamen olumlu anlamda – bu durumu ‘aydınlanma fundamentalizmi’ kavramıyla ifade etmiştir (Elkana ve Klöpper 2013, S. 33–34).
Böyle bakıldığında, ne siyasi ne de bilimsel, toplumsal gruplarda, sosyal ilişkiler, dayanışma ve sorumluluk için bir zemin hazırlayan sunular göremiyoruz. ‘Özgür’ birey böylece kendisi gibi izole edilenlerin kitlesi içinde yalnızlaşıyor. Toplumsal düzenleme yeteneği kayboluyor, ve yukarıda sözü geçen siyasi güçlerin şimdi önü açık:
“Bunun yerine, kullandığı gereç sayı, yani dolaysızlığın soyut biçimi olan matematiksel şekilcilik ise, düşünceyi salt
dolaysızlık durumunda tutar. Aslolan haklı, kavrayış onun tekrarıyla sınırlı, düşünce kendini salt totolojiye dönüştürüyor. …Çünkü mitoloji, kendi figürlerinde varolanın özünü taşıyordu: Devridaim, yazgı, gerçek olarak geri yansıyan ve umuttan feragat eden dünya hükümdarlığı” (Horkheimer und Adorno 1947, S. 39–40)[1].
Ancak günümüz dünyası, gerçek kaynaklardan geniş ölçüde bağımsızlaşıp, mali ekonomiyle kendi sözde-fiili pazarını
yaratarak, kültürsüzleştirilmiş gerçekliğe tapma noktasının ötesine geçiyor. Uç noktada bir örnek olarak, temel gıda ürünleriyle borsada yapılan ticaret gösterilebilir: “Tarım borsasında, gıda pazarlığıyla doğrudan ilişkisi olmayan, ancak dünya genelinde (!) bu gıdaların fiyatını belirleyen ve dolayısıyla da gelişmekte olan ülkelerdeki hayat koşullarını giderek tehdit eden, artan oranda finansal ticaret yapıldığı şüphe götürmez” (planet schule). Sonuçta sanal finans dünyasının reel pazardan bu şekilde ayrılması, neoliberal kapitalizmin, aşırı üretim ve hammadde sorunlarıyla boğuşan reel pazarın periyodik sorunlarından kurtulmasını sağlıyor.
Ancak bu durum, bu küresel monopoly oyununa katılabilecek yeterli sermayesi bulunanlar için geçerlidir. Ama emek güçlerini ve de girişimciliklerini (!!!) REEL pazarda sınamak zorunda olan insanları, finans çevresinin bitmek bilmeyen likidite gereksinimi boğmaktadır: “Mali pazarların patlaması: Finans ekonominin değeri, reel ekonominin değerini 25 kat aşmaktadır”.
Bu grafik, 2007’de (!) dünya genelinde yapılan günlük ortalama satış miktarını milyar dolar olarak göstermektedir. Üstteki çubuk, solda (koyu renk) 150 milyara kadar geleneksel borsa ticaretini gösteriyor. Bu oran, dünya genelinde yapılan üretimin ve verilen hizmetlerin (orta çubuk) aşağı yukarı tamamına eşittir, bununla birlikte reel dünya ticareti o oranın sadece çok küçük bir kısmını oluşturuyor. Ancak belirleyici olan, döviz piyasasının ek olarak 1.500 milyar dolar ve diğer finans ürünlerinin yaklaşık 4.000 milyar dolar ile günlük ticarete yansıdığını gösteren üst çubuktur. Bir diğer ifadeyle bu değerler, dünya genelindeki üretkenliği otuz katından fazla aşmıştır. Bu balonun desteklenmesi de, merkez bankalarının (EZB, FED) pazarlar için hazır bulundurduğu yeni paranın büyük bir bölümünü yutmaktadır. Bu para bolluğu normal pazara ulaşmamakla kalmıyor, aksine düşük faizler nedeniyle yurttaşların birikimleri yok ediliyor.
Bu kısa ekonomik seyahat, yukarıda anlatılan, kapitalizmin sistematik krizlerinden salt görünüşte kaçılabildiğini gösteriyor, çünkü bu ‘oyun’, ancak herkes ona inandığı ya da oyuna dahil olduğu sürece devam edebilir. Ne var ki bu sistemden çıkışın ancak radikal – belki de sonunda bir çeşit para reformuyla – mümkün olduğu dikkate alınmalıdır, çünkü toplumsal harcamaların büyük bir bölümü (emeklilik…), balondaki bu paralar üzerinden finanse edilmektedir. Para krizinde devletlerin değil, aksine bankaların bu para tufanıyla kurtarıldı gerçeği, devletleri finans sanayiye giderek daha çok bağımlı kıldı.
Umarım, görünüşte ideolojisiz, ‘özgürlükçü’ neoliberal toplumların yansıma biçiminin arkasında, yoğun çıkarları olan ‘oyuncuların’ ve tek başına bir devletin kudretini oldukça aşan (finansal) güçlerin bulunduğu, ne var ki onların kendilerini gizlediği ve böylelikle de hedef alınamadığı açıklık kazanmıştır – pazarlığı tamamen şeffaflıktan uzak yapılan ve hatta karar verecek siyasetçilere, sonuçlara göz atmak için ancak sınırlı izin verilen serbest ticaret anlaşmaları buna örnek niteliğindedir.
İnsanların, herşeyden önce de mevcut iş kontrolü (Hartz IV…), yenilik, kalite, yoğunlaşma ve başarım baskısı altında sosyo-ekonomik düşüş tehlikesiyle karşı karşıya olanların, bu durumda, yeni semantik alanlar ve anlamlılıklar aramaya koyulmaları, artan oranda öngörülebilir oluyor. Bu, özelde kaldığı ve hatta belki de tüketim ile bağlantılı olduğu sürece arzu edilen bir durumdur (küçük kaçışların yeniden üretimi destekleyen bir özelliği var).
Kontrol edilemez olarak duyumsanan bu tehdit karşısında, yurttaşların, şimdi-ve-burada şeklindeki özel alanlarına böyle geri çekilmesi ve de onların, anavatanın (halk) önemi, ulus ve yabancı düşmanlığı gibi basit güvenlik tasarılarına ve çözümlere sahip popülistlere – bir diğer ifadeyle teşhis edilebilir grup kültürlerine (BİZ) – yatkınlığı, söz konusu artalana bakıldığında anlaşılabilir olmaktan da öteye geçiyor! Karmaşık ve kültürel açıdan beklenti düzeyi yüksek demokratik ‘erginlik’ artık işlevsel görülmüyor ve insanlar, kendi faaliyetlerinin sorumluluğunu, güvenlik sunduğu düşünülen mercilere devretmekle kalmıyor, bu merciler gösteri ve mitinglerde ayrıca kişinin ‘BİZ’ duygusuyla yeniden toplumsal güce kavuşulduğu izlenimi kazanmasına olanak tanıyor.
Görünüşe göre bu durum Batı yarımkürede yaygın bir görüngüdür, nitekim böylesi bakış açılarının devletin dayanağı haline geldiğini, sözü edilen süreçlerin yaşandığı Macaristan, Polonya, Büyük Britanya (Brexit), Avusturya, ABD, Türkiye ve ayrıca İsrail’deki örnekleri gösteriyor. Ancak bizim ilgili olan boyutuyla bu her ne kadar anlaşılır olsa da, söz konusu gelişmenin sonuçları bir o kadar dramatiktir, çünkü bu sonuçlar devletleri kendi aralarında ve devletlerdeki toplumları da bölmektedir. Bu kutuplaştırmalar ise öylesine küçük birimlerin oluşmasına yol açmaktadır ki, onlar betimlenen neoliberal dinamiklerin önüne bir karşı güç çıkmasını VE küresel, yani yalnızca birlikte çözülebilecek sorunların (İKLİM) üzerine gidilmesini engellemektedir.
ABD’nde dahi Trump’ın önce Amerikan yurttaşlarının çıkarlarını görünüşte savunan ‘America first!’ sloganı, sonuçta neoliberal finans piyasasının güçlenmesine yol açtı. Bu güç kazanımı, sadece Trump kendi çıkarlarını göz önünde bulundurduğu için gerçekleşmiyor, aksine onun popülist aksiyonizminin Amerikan siyasi çıkarlarına kısmen sert bir şekilde ters düşmesini ve küresel finans güçlerinin aynı zamanda zincirlerinden giderek kurtulmasını da beraberinde getiriyor.
Ama tarihin sonuna ilişkin, nitekim kalıcı olmayacak olan (Fukuyama), aksine dünya genelinde ilerleyen süreçlerin devasa boyutları nedeniyle değerlerin ve kültürün feci bir yıkıma, bir iç patlamaya uğrayacağını sezdiren bu analiz ne işe yarar? Burada netlik kazanan şey, bir karşı hareketin, ancak, çok çeşitli bir dayanışma duygusu (bağlamlar) anlamında, birbirinden bağımsız değil, aksine aralarındaki tüm farklılığa ve bu farklılık nedeniyle toplumların yeniden çağdaşlaştırılmasıyla mümkün olacağıdır.
“Nerede artık gerçek bir tartışma mümkün değilse, orada şiir de mümkün değildir, buna kaşın zihinsel üretkenliğini yitirmiş bir dünyanın karanlığında, her biri güvenilir iki çağrıcının, dilin varlığından yararlanarak, birlikte yaşadıkları acıları birbirine söylemek üzere aralarında yardımlaşabilmeleri olanaklı (Buber 1996, S. 8)”.
Yeniden çağdaşlaştırmak, eşzamanlı yürüyen bir yeniden sosyalleştirme olmaksızın düşünülemez. Bu nedenle Avrupa’da mevcut toplumsal kuruluşları, özellikle de Brüksel’dekiler ve de Alman kuruluşları, nihayet birlikte düşünmenin tekrar mümkün olması için daha şeffaf hale getirilmelidir. Aynı zamanda yurttaşlara hissedebilecekleri derecede, devlet ve Avrupa kuruluşlarına nüfuz etme olanağı tanıyacak biçimler bulunmalıdır. DIEM 25 (Democracy in Europe Movement 2025)1 böyle bir girişimdir, 2016’da kurulan Avrupa yanlısı bir hareket. O, Avrupa Birliği seçimlerine katılıyor, Avrupa Birliği kuruluşlarını sert bir dille eleştiriyor ve bu kuruluşların, gereken demokratiklik ve şeffaflık çerçevesinde, Avrupa Birleşik Devletleri kurulması anlamında bir anayasaya doğru gelişmeyi sürdürmesi için çabalıyor.
Elbette böylesi bir hareket kendisini algılanabilir kılan bir büyüklüğe ulaştığında, beklentileri itibariyle önde gelen medya tarafından gülünç duruma düşürülecek ya da sol ideoloji olarak damgalanacaktır. Tek başına hangi alternatifler var? Bu demokratikleşme yeniden çağdaşlaştırma yoluyla gerçekleşmezse, yukarıda anlatılan kutuplaştırma ve bölme süreçleri aracılığıyla dağılacaktır. Hatta Trump, eylemlerinin neredeyse taklidi imkânsız açıklığıyla bir uyarı işareti olarak bu durum için elverişli biridir. Ancak bunun artık olası bir dağılmadan önce yapılıp yapılamayacağı ya da mevcut sistemlerin dağılmasının yıkıcılığına, bu yıkıcılığın verdiği acıdan hareketle böyle yeni yollara ilişkin istekliliği saptamak üzere, ihtiyaç olup olmadığı sorusunun burada yöneltilmesi gerekir, ki dünya genelinde varolan güç araçlarına bakıldığında, bunun kesinlikle korkunç sonuçları olurdu.
Bu açıdan, geriye neoliberalizm sisteminin zaten kendi ömrünün ötesinde varolmaya devam edeceği bir aşamada olduğunu ümit etmek kalıyor, zira böyle olması, toplum ve özellikle de bilim ve eğitim sistemine ilişkin yukarıda talep edilen yeniden bağlamlandırma tarafından kullanılabilecek yeni boş alanlar, tekrar oluşabilsin. Belki de bu kulağa ütopik geliyor olabilir, ama daha insani bir alternatifimiz var mı? “Henüz güçlerimizi sınamadığımız şeyleri ütopik olarak adlandırmak kabul edilemez” (Buber 1950, S.18).
[1] https://diem25.org/main-de/
Kaynak
Buber, Martin (1950): Pfade in Utopia. 1. Aufl. Heidelberg: Lambert Schneider GmbH.
Buber, Martin (1996): Das Wort, das gesprochen wird. In: Jutta Vierheilig, Willehad Lanwer-Koppelin und Martin Buber (Hg.): Martin Buber – Anachronismus oder neue Chance für die Pädagogik? 1. Aufl. Butzbach-Griedel: AFRA-Verl (Reflexe pädagogischer Studien – Hg.: Peter Rödler, 1), S. 7–16.
Elkana, Yehuda; Klöpper, Hannes (2013): Die Universität im 21. Jahrhundert. Für eine neue Einheit von Lehre, Forschung und Gesellschaft. 1. Aufl. s.l: edition Körber-Stiftung. Online verfügbar unter http://ebooks.ciando.com/book/index.cfm/bok_id/833273.
Fukuyama, Francis (2006): The end of history and the lastman. With a new afterword. 1. Free Press trade paperback ed., [Nachdr.]. New York, NY: Free Press.
Gresh, Alain; Rekacewicz, Philippe; Bauer, Barbara (2009): Atlas der Globalisierung. Deutsche Ausg. /. Berlin: Monde Diplomatique/ TAZ Verlags- und Vertriebs.
Horkheimer, Max; Adorno, Theodor W. (1947): Dialektik der Aufklärung. Philosophische Fragmente ; [Friedrich Pollock zum 50. Geburtstag]. Unter Mitarbeit von Friedrich Pollock. 1. Aufl. Amsterdam: Querido-Verlag.
1 Internet belgesi
Morrison, Christian (1996): The Political Feasibility of Adjustment. Hg. v. OECD (POLICY BRIEF, No. 13). Online verfügbar unter http://www.oecd.org/dev/1919076.pdf, zuletzt geprüft am 05.11.2018.
planet schule: Hintergrund: Börse und Spekulation. Online verfügbar unter https://www.planet-schule.de/wissenspool/maiseinepflanze-zwischen-hunger-und-profit/inhalt/hintergrund/boerse-und-spekulation.html, zuletzt geprüft am 26.12.2018.
Prof. Peter Rödler: proedler@uni-koblenz.de