“İyi bir göçmen nasıl olmalı?” sorusunu yanıtlayabilmek için önce göçmenin kimin için ve hangi nedenlerle “iyi” olması gerektiğini biraz açımlamak gerekecektir. Göçmenlerin kendisi açısından “iyi” bir göçmen, eğer yaşadığı ülkede kalıcılaştığının bilinciyle yaşıyorsa, göçmenliğini sona erdirmek için çalışan kişidir, çünkü göçmenlik geçici bir durumdur ve er ya da geç hüzünlü bir son bulur. Dönmek göçün doğasına aykırıdır ve başarısızlığı, boşa geçen zamanı, yenilmişliği ifade eder, ama yine de bir sondur. Başarıyla sonuçlanan göç ise göç veren toplumun kendi üyelerini yitirmesi demektir, bu da farklı bir sondur. İdeal durumda göç alan toplumun ve tüm insanlığın bu yeni başlangıçtan kazançlı çıkacağı düşünülebilir.
Göçmenlerin nasıl olması gerektiğini genelde bir soru olarak gündeme getiren çoğunluk toplum olduğundan, önce kendi çıkarlarını gözeterek bu mevzuya eğilmesi gayet doğaldır. Bu durumda “iyi” olunduğunu saptamaya yarayan ölçütler de, beklentiler sıralanarak bizatihi kendisi tarafından belirlenecektir. Ancak asıl çelişki de henüz bu beklentilerin sıralanması meselesinde gün yüzüne çıkacaktır. Çünkü “çoğunluk toplum” her ne kadar homojen bir yapının varlığını telkin ediyor olsa da, öyle bir yapı kesinlikle mevcut değildir.
Pekiyi göçmenlerin yerine getirmesi istenenler ne olabilir? En başta daima yararlı olmak ve çoğunluk toplum ile giriştikleri her türlü rekabeti derhal sonlandırmak. Çünkü rekabet karşıtlıktır, ucunda yenmek ya da yenilmek vardır ve göçmenlerin bu karşıtlığa girişmesi kabul edilemez.
Örneğin çoğunluk toplum üyeleri işsizken, göçmenin bir iş sahibi olması beklentilere terstir, dolayısıyla göçmen, iş piyasasında sırasını beklemeli, arta kalan işlerde çalışmalıdır. Ancak işsizliğin yaygın olduğu bir ülkede işe girmek için en son sırada hazır beklemesi gereken göçmen, elbette uzun bir süre sabretmeyi göze almalıdır. Bu bekleyiş işsizlikten başka hiçbir şey ifade etmeyecektir. Almanya’da “işsizlik” statüsü değil, Hartz IV (İşsizlik Ödeneği) yasasıyla “iş arayan” statüsü öne çıkmaktadır. Demek ki doğrudan sosyal hizmetlerden yararlanmak kaçınılmaz olacaktır.
Bu kez göçmenler bir daha yeni rekabet ortamlarına sürüklenmekle yüz yüze kalacaktır. İş piyasasındaki artık işleri yapan, bir başka deyişle her işi kabullenmek zorunda kalan göçmenler, şimdi de işsizlikten en fazla etkilenen kesime dönüşecektir. Dolayısıyla sosyal hizmetlerden aşırı ölçüde yararlanacak ve bu nedenle de, devletin bu alandaki kısıtlama girişimleri gündeme geldiğinde, çoğunluk toplum içerisinde aynı hizmetlere muhtaç kesimin suçlamalarına maruz kalacaktır. “Göçmenler sosyal sistemleri suistimal ediyor, çok fazla çocuk doğuruyor ve hem yardım alıp hem de kaçak çalışıyor….” denilecektir. Çalışanlar için de göçmenin işsizliği ve yardım alması öfkeyle karşılanacaktır, çünkü onların yan gelip yattığı, tembel ve çalışmaya da niyetsiz olduğu düşüncesi tüm ağırlığıyla kendini hissettirmeye başlayacak, kin beslenecektir. Ayrıca her işi yapmaya hazır işsiz göçmen iş piyasasında bir rakiptir aynı zamanda ve ücretlerin düşmesine ya da düşük kalmasına etkide bulunacaktır. İşveren elbette bundan şikâyetçi olmayacaktır, düşük ücretli göçmeni seçmemesi için yerli işçiden taviz koparması gündeme gelecektir. Yerli işçi açısından öyleyse “iyi” bir göçmen, işi yerlilere bırakan, iş piyasasının gözeneklerini dolduran, işsiz kaldığında “iş arayan” değil, Türkiye’deki gibi “iş bulma umudu kalmayan işçi” statüsüne geçerek sosyal yardımlardan yararlanmayan ve rekabet dışı kalarak, işçiler lehine ücretleri düşürmeyen ya da artmasına katkı sunan göçmendir. Ama böyle bir süreç işverenin aleyhine işleyeceğinden, herkesin beklentileri yine de yerine getirilmiş sayılmayacaktır. Çünkü ücretin düşmemesi veya artması maliyetin de artmasına, işverenin rekabet gücünün zayıflamasına, kârının azalmasına, belki de “yerli” işçilerinin bir bölümünü işten çıkarmasına neden olabilecektir. İşveren, göçmen işsizlerin ancak daha ucuz göçmen işsizlerle takasını ya da ücreti düşüren farklı yöntemler uygulanmasını kabul edebilir, yani göçmen kendi istediğinde değil, ancak kendisinden beklendiğinde ülkeyi terk etmelidir. Hem de daha ucuz göçmenler lehine. Burada sözü edilen niteliksiz işgücünün daha da ucuzlama eğilimi ise yalnızca arzının artmasıyla mümkündür. Dolayısıyla gelen göçmenlerin sayısı gidenlerden fazla olmalıdır. Öyleyse “iyi” bir göçmen, aynı zamanda bir yolunu bulup işsizliğe devam ederek, işveren lehine fiyat kıran, git denildiğinde de gitmesini bilen, ama aslında çoğalarak, belki de sadece etnik kökeni itibariyle değişerek geri dönen göçmendir.
Göç alan ülkede yaşamını şu veya bu şekilde sürdüren göçmenin bir de ailesi vardır, çocukları okula devam etmektedir. Ucuz işgücü olarak ülkeye getirildiklerinden, “ucuz” kalmalarını ya da kârlı olmalarını sağlamak başlıca görevdir. Onlar kendileri için hiçbir yatırım yapılmasını istememelidir, aksi takdirde bu, getiriliş nedenleriyle çelişir. Çocukları, “yerli” çocukların eğitim gereksinimlerine ve ekonominin eleman ihtiyacına göre şekillenen okullarda rekabete girişmemeli, fırsat eşitliği için ek destek talep etmemelidir. Çünkü eğitim yoluyla toplumsal yükselişi gerçekleştirmeleri hiç de avantajlı değildir, “yukarıdaki” koltuklar sınırlı sayıdadır, rekabet çetindir. Eğitimli bir göçmenin çoğunluk toplumun orta ve üst kademelerine tırmanma hevesi adeta tüm toplumsal katmanları düelloya davettir. Diğerleri yoksullaşırken ya da yoksullaşma korkusuyla yaşarken göçmenin refaha kavuşması, kendi ülkelerinde deklase edilmelerini ifade edecektir. Göçmen toplumda yükseldiğinde ise göç veren ülkenin çıkarlarını savunacağından, yaşadığı ülkede ulusal çıkarları tehlikeye atacaktır. Göçmen yükselmekten vazgeçmelidir.
Ancak eğitimsiz kalmaları ya da cehaletleri topluma uyumu zorlaştıracaktır, uyumsuzluk huzursuzluk doğuracaktır. Elbette göçmenlerden işsizlik, eğitimsizlik ve yoksulluk koşullarını ses çıkarmadan sineye çekmeleri istenecektir. Kriminal olmayacaklardır, sokaklarda başıboş dolaşmayacak, serserilik yapmayacak ve toplumu rahatsız etmeyeceklerdir, nazik olacak ve gülümsemeye devam edeceklerdir. Memnuniyetsizlikleri onlara dışa karşı şiddet uygulatmayacak, içten çöktüklerinde de sessiz sedasız çökeceklerdir. Uyum için biraz eğitildiklerinde ise öğrendiklerini yalnızca uyum için değerlendirecek; bunun dışında eğitim almamış gibi davranacak, sosyal ve kültürel etkinliklere katılmak, gezmek, iyi ürünler tüketmek, farklı bir ifadeyle ve genel anlamda kaliteli bir yaşam talep etmek istemeyeceklerdir; gözleri açılmayacak, açılsa da iştahları kabarmayacak. Öyleyse “iyi” bir göçmen, ülkede bulunduğu süre zarfında hiçbir şey talep etmeyen, yaşam kalitesi olmasa da mutluluk mizanseni sahneleyen, huzursuzluğu kimseyi ilgilendirmeyen, varlığı huzursuzluk yaratmayan göçmendir.
Kriz dönemlerinde toplumun yoksullaşması sağcı söylemlerin geliştirilmesini gerektirecektir, suçlu aranacaktır. Bu nedenle göçmenler siyasal malzemeye dönüştürülmeyi de benimseyecektir. Örneğin aşırı “üremeleri” sonucu demografik tehdit oluşturdukları söylenecek, çocuklarıyla, eğitimle ilgilenmedikleri anlatılacak. Paralel toplum oluşturdukları, uyum sağlamadıkları, ağır suçlar işledikleri, güvenliği tehdit ettikleri, devletin etkisiz kaldığı, yasaların sertleştirilmesi, kısıtlanması gerektiği tartışılacaktır; göçmen bu tartışmalarda karşıt rolüne bürünerek öfkeleri üstüne çekecektir ya da taleplerin meşruiyetini onaylayacaktır. Öyleyse “iyi” bir göçmen, “toplumsal barış” adına suçu gerektiğinde üstlenen kişidir.
Ancak yasaların herkesi kapsadığını, bir kesimin dışlanmasının eşitsizlik ve hatta yasaların ihlali olacağını iddia edecek kesimler de olacaktır çoğunluk toplum saflarında. Yerli olsun ya da olmasın örneğin tüm işçilerin haklarını savunduğunu söyleyen sendikalar çıkacak ve göçmenlerden grevlere katılmalarını ya da grev kırıcı olmamalarını talep edebilecektir, herşeyi kabullenerek köle ruhlu oldukları, kötü örnek oluşturdukları hissettirilecektir onlara.
Eğitim sisteminin çoğunluk toplumun seçkin üyelerine daha geniş olanaklar tanıması ve diğerlerini elemesi karşısında belli bir kesim elenmemek ve ayrıcalıkları sonlandırmak isteyecektir. Tüm çocukların eğitimde eşit haklara kavuşmasını talep edecek olan bu kesim, göçmenleri beklemeden ya da onlara da hitap ederek bu hakları kazanmaya çalışacaktır, göçmenlerden destek isteyebilecektir. Toplumun bir kesimi savaşa, silah ticaretine, barış karşıtı dış politikalara, sağcılara, popülizme, diğer bir kesim çevre kirliliğine, sosyal hakların kısıtlanmasına, geç emekliliğe vb. karşı olacaktır ve göçmenleri de yanında göreve çağırabilecektir. Verilen görevi üstlendiklerinde ise göçmenlerin kime karşı olacakları da açıktır.
Öyleyse tüm beklentileri karşılayacak şekilde ve iradesizleştirilmiş bir insan modeli olarak tasarlanan “iyi” göçmenin varolması imkansızdır.Bu da bize Yaşar’ı anımsatır. “Göçmen Ne Yaşar Ne Yaşamaz!”. İrade mutlak tahakküm altına alınamayacağından, göçmen de göçmenliğini sonlandırmak üzere toplumun hangi kesimlerine yakınlık duyduğunu sorgular ve bir sonuca varır.