Prof. Dr. Wolf D. Bukow
Siegen Üniversitesi
Günlük hayatta birlikte yaşamak, artan küreselleşme ve yeni teknolojik ilerleme koşullarında birçok yönden köklü değişime uğramıştır. Bunu dünya genelinde günlük yaşantının ticarileştirilmesine bir bakışla artık görmek mümkün. Ama o herşeyden önce – günlük hayatta birlikte yaşamak söz konusu olduğunda – iki görüngüde gözlemlenebilir, bir tarafta aşırı düzeyde artan hareketlilik ve diğer tarafta sürekli gelişen bir çeşitlilik. Hareketlilik konusunda, dünya genelinde artmakta olan göçten, günlük yaşamda kentler arasında mekik dokunmasına ve de belli bir yerde giderek daha kısa bir süre kalınmasına varan bir durum gündemdedir. Çeşitliliği ise giderek sosyal, dilsel, kültürel ve dinsel bağlamda gözlemlemek olanaklı. Uzun zamandır süper hareketlilik ve süper çeşitlilik gibi birşeyden söz ediliyor. Her iki görüngü de her halükârda kentsel günlük yaşamın küresel toplum gerçekliğinin ayak izlerine dönüştüğünü belgelemektedir (Berding, Bukow 2017). Her iki görüngü birlikte yaşama daha fazla nüfuz etmekte ve böylece olağanüstü bir toplumsal dönüşüme katkı sunmaktadır.
Kapsamlı, daha doğrusu oldukça hız kazanmış toplumsal dönüşümlerin yaşandığı böylesi zamanlarda, zorunlu olarak, buradan kaynaklanan değişimin nasıl ele alınacağı sorusu gündeme gelmektedir. Dönüşüm herkesi ilgilendiren, üstesinden gelinmesi gereken ortak bir görev olarak görülmeye devam ettiğinde, bu, her ne kadar geçici yanılmalar olsa da, söz konusu dönüşümün büyük ölçüde doğal kabul edilmesinin devamını ifade eder. Böyle bir tepki gösterildiğinde, o zaman, sonunda herşeyin işe yaradığı görülen rutinler çerçevesinde çözülmesine olanak olduğundan ve birlikte yaşamın özünde tehdit altında olmadığından hareket edilmektedir. Yeni diller ve yeni yaşam stilleri hemen günlük yaşamın bir parçası oluyor. Buna karşın hız kazanmış dönüşüm kapsamlı bir yanılma olarak görüldüğünde ise herşey değişiyor. Böyle bir tepki verildiğinde, hareketlilik ve çeşitlilikle ilişkide mevcut rutinlerin kısmen, genel olarak ve hatta tümüyle yetersiz kalacağından korkuluyor. Dolayısıyla da insan kendini az ya da çok kapsamlı yeni bir yönelim zorunluluğuyla karşı karşıya görüyor. Yeni diller ve yaşam stilleri bir tehdide dönüşüyor. Birincisinde birlikte yaşamanın pratik zekâsına ve kendini kanıtlamış bir kent toplumunun düzenleyici gücüne güvenmeye devam ediliyor – adeta “ne de olsa herşey daima iyi sonuçlandı” dermiş gibi. Kentsel gerçekliğe demirlenmiş bir tür temel güven hakim, ki bu temel güven şeylere yapıcı bir bakışla eğilmeye izin veriyor. Bu kesinlikle eleştirel sorguyu da içeriyor, ancak burada hiçbir şey derinlemesine sorgulanmıyor, aksine aşılması gereken pratik bir sorun olarak görülüyor. İkincisinde tamamen farklı bir yol izleniyor, çünkü birlikte yaşama gösterilen temel güven ve kent toplumunun düzenleyici gücü kaybolmuştur. Sosyal ve kültürel ve de zamansal ve mekânsal yönden toplumsal bir dönüşüm, temel güven yetersiz olduğunda, çoğu kez yalnızca dilimler halinde, kısmen, eşzamansız ve iç tutarlılığı olmadan gerçekleşerek, hatta bazen önce gizli gizli cereyan ederek, birdenbire çok belirgin bir hal alır. Bu perspektiften bakıldığında her sosyal dönüşüm hemen bir tehdit senaryosu olur. Elbette kendini kanıtlamış kolektif rutinlere ve pragmatik ele alış biçimlerine başvurmak olmaz. İnsanın artık herkesçe paylaşılan toplumsal bir gerçekliğe inanmamasının da keskinleştirdiği, kalıcı bir tedirginlik doğar.
Gerçekten de son yirmi yılda her iki ele alış biçimi, tüm katman ve çevrelerde neredeyse birbiriyle rekabet eden modellere dönüşmüştür:
- a) Bir kesim, herkesin paylaştığı, küreselleşmiş bir gerçeklik temelinde, az ya da çok soğukkanlılıkla ve daha çok şüphe taşımadan günlük yaşamda hareket ediyor. Onlar sürekli yeniden uzlaşmaya ve etkin olarak bir yer edinmeye çalışıyor. Günlük yaşam pratiğinden ders çıkarıyor, esnek ve hatta yerel koşullara göre kuşkusuz farklılaşmış bir dünya görüşü geliştiriyor. Kentsel gerçeklik, sahip olduğu sistemleriyle (iş, oturum, idare, eğitim…) kent toplumunun düzenleyici gücü, onlar açısından belirleyici olanak alanı olmaya devam ediyor. Oradan gerektiğinde özgürlükçü ya da kalıcı bir gelişim için girişimde bulunulmasını beklemek mümkün.
- b) Diğerleri bu olup bitenlerin tamamını sorunlu olarak görüyor, çünkü karşılaştıkları günlük yaşam dinamiklerini çok zamandır huzursuzluk verici, yadırgatıcı, dayatmacı ve sorunlu, dezavantajlı, hatta statüyü tehdit eder buluyor, yani onların çıkış noktaları itibariyle yanlış olduğunu düşünüyor. Burada neredeyse otomatik olarak belirsiz korkular doğuyor ve “günlük yaşamın dışında kalan” özel anlatılara dönük arayış başlıyor. Bu anlatılar, örnek alınan gruba göre gerektiğinde nostaljik, yenileme odaklı ve ayrıca büyülü ya da söylentiye dayalı ya da popülist-radikal yorumlama biçimleridir. Böylesi yorumlama biçimlerinin günlük yaşam akışından değil, aksine adeta dışarıdan etkin hale getirilmesi durumu kolaylaştırmıyor. Kuşkular doğuyor, gerçeklik, güvenilirlik ve meşruiyet sorunu çıkıyor. Bu ise yükün altından kalkılamayacağı duygusunu güçlendiriyor. Böylesi bir durumda “karmaşıklığı indirgeme” yoluna gidilmesi akla yatkın geliyor.
İlk model günlük kentsel birlikte yaşam mantığına uyarken (Bukow 2015), ikinci model, özellikle insan gerçek anlamda durumun karmaşıklığını bireysel motivasyon haline göre azaltmaya çalıştığında doğan oldukça büyük sorunları ortaya çıkartıyor. Öyle olduğunda da belli dönüşüm olaylarına yoğunlaşmak ve onları tehdit olarak adlandırmak çok çabuk gündeme geliyor. Dolayısıyla onları seçmek, izole etmek ve duruma göre skandala dönüştürmek mümkün olur. Bu noktada da dil kullanımı iyi bir örnektir. Cep telefonuyla görüşmek insan tarafından kendi ilişki ağı için kullanıldığında, bu atılgan tarzda yapılmaktadır, sığınmacı gibi ülkeye yeni gelenler tarafından kullanıldığında ise, o, entegrasyon karşıtlığının bir kanıtı olarak skandala dönüştürülmektedir. Karmaşıklığın bu şekilde indirgenmesi, en kolay olarak, atıfta bulunma mantığına uygun, etnikleştiren şekilde organize edilebilir: Saptanan dönüşüm olayları, belli kişileri ve onların bireysel yönelimlerini sorumlu tutmak için mutlaklaştırılıyor. Böylece kişileştirilen etkiler grupların bütününe isnat edilebilir, onlar toplamda soruna ve sonunda gruplara özgü olarak sunulup skandala dönüştürülebilir. Eninde sonunda konu daima istenilen yönde yapılandırılan grupların içerilmesi ya da dışlanmasıdır, onların değerlerini arttırmak ya da onları değersizleştirmek, ayrıcalıklı kılmak ya da ayrımcılığa tabi tutmaktır – yani burada teknolojik açıdan en yüksek düzeyde bir köktencilik söz konusudur. Artan toplumsal çeşitlilik ile başarılı bir şekilde ilgilenmek böyle olmaz:
Gerçekten de gündeme gelen soru, neden sürekli artarak bu sorunlu stratejinin ortaya çıktığı, neden sıkça salt seçici tarzda, bu noktada ise aynı zamanda esas itibariyle hareketlilik ve çeşitliliğin çok sık reddedilmesiyle karşılaşıldığıdır. Bunlara yol açan iki neden, herşeyden önce artan, alışılmış iki eğilimdir.
- a) İlk eğilim, toplumsal dönüşümü herşeyden önce ve tümüyle, göçün göstergeleri ışığında tek taraflı olarak tartışmaya dayanıyor (hareketlilik ve çeşitlilik sonuçlarının göçün yarattığı etkilere indirgenmesi). Aslında göç, ilerleyen küreselleşmenin neleri içerdiğine, kimlerin ve nelerin etkilendiğine ve birlikte yaşamı güvence altına almak için burada neyin gerekli olduğuna ilişkin bir göstergedir. Ama bu noktada göçün gerçekten de göstergeden başka birşey olmadığı herkes tarafından bilinmelidir. Herkes hareketli, biri tatilden yeni fikirlerle dönüyor, bir diğeri göç edenlerle bir gecede tanışıyor. Başkaları da onu sosyal ağlardaki ilişkileri üzerinden ya da genel olarak medya üzerinden üstleniyor. Yeni gelenler kadar uzun süredir aynı yerde yaşayanlar, sonuçta herkes kentsel birlikte yaşamın uğradığı yoğun dönüşüme etkin olarak katılıyor. Demek ki aşılması gereken asıl sorunun göç ile bir ilgisi yoktur, aksine o daha çok kentsel birlikte yaşamın giderek – nitekim herkes için – küresel toplum gerçekliğinin ayak izine dönüşmesiyle ve bizim bu gerçek ile gün be gün uğraşmak zorunda olmamızla ilgilidir. Bu durumda toplumsal konumlanış herkes için başat bir konu olmaktadır.
- b) İkinci eğilim, artan hareketlilik ve çeşitlilik deneyimlerini mutlaklaştırmaya ve hareketlilik ve çeşitliliğin birlikte yaşamın daima başlıca görevleri arasında yer aldığının gözardı edilmesine dayanıyor (alışılmış ve aşılmak istenen bir sorunun güncel bir olayla indirgenmesi). Nitekim her iki görüngüde, gerçekte toplumlara en başından itibaren eşlik eden konulardan söz edilmektedir. Daha açık bir ifadeyle: Gerçekten de her iki görüngü özel bir toplum şeklini, nitekim kent toplumunu icat etmiş olmak için bir nedendi. Bu toplum şeklinin günümüzde küresel ölçekte baskın bir şekle dönüşmesi bir tesadüf değil. Burada söz konusu olan şey, aslında aşılması gereken tamamen yeni görevlerle yüzleşmek değildir, aksine eski görevlerle zamana uygun tarzda yüzleşmektir – şu ana kadar bilinmeyen dinamikler gösteren görevlerdir bunlar. Kesintisiz toplumsal dönüşüm ile ilgilenme noktasında sergilenen rutinlerin tekrar tekrar yeniden düzenlenmesi, yeniden vurgulanması gündemdedir, kentsel birlikte yaşamda yeniden, bir diğer ifadeyle şimdi olduğundan daha çok zamana uygun ve bilinçli olarak kendini bu dönüşüme hazırlamak söz konusudur. Bu esnada dürüst ve adil bir toplumsal konumlanış yeniden herkes için belirleyici bir konuya dönüşür.
Artan hareketlilik ve çeşitliliği başarılı bir şekilde ele almak için bir taraftan kent toplumunu bir olanaklar alanı olarak güçlendirmek, potansiyellerini savunmak ve küreselleşen günlük yaşamı sosyal açıdan uygun tarzda ele almak gerekir. Ve diğer taraftan her iki eğilimin bakış açısında yarattığı kayma yapı çözümünden geçirilmelidir. Ardından kentsel birlikte yaşamda pratik zekâ güdümünde hareketlilik ve çeşitlilik üzerine eğilmeyi, şimdikinden daha ciddi bir ortak görev olarak görmek ve bu zeminden hareketle, “Çokluğun çokluk olarak” birlikte yaşamını mekânsal, zamansal ve durumsal açıdan uygun bir şekilde tartışmak söz konusudur.
“Çokluğun çokluk olarak” yapıcı birlikte yaşamıyla neyin anlatılmak istendiğini, özellikle toplumsal dönüşümün, yüz yüze gelindiği, dillerin ve yaşam stillerinin çeşitliliği içlerine uzanarak canlandığı yoğun ve karma semtlerde iyice görmek mümkün. Burada, insanların birbirine günlük yaklaşımlarının ve sürekli yeni baştan başarılı konumlanışın gündemde olduğu bu yerde, hareketlilik ve çeşitliliğe eğilmek günlük bir sıradanlıktır, ama elbette paylaşılan gerçekliğin toplumsal tasarısı için aşılması gereken günlük bir sorundur. Semtler burada birlikte yaşam pratiği için olduğu kadar, paylaşılan gerçekliğin tasarısı için de, örneğin informel eğitim-öğretim için, bir tür test laboratuvarı gibidir. Herkes her gün yeniden uzlaşmaya gitmek, yeni deneyimleri içinde işlemek zorunda. Dün yabancı ya da sıradışı olarak duyumsanan şey, bugün semtlerde yeni, yarın ise sıradan ve ertesi gün de doğal olmaktadır ve paylaşılan günlük yaşamın bir temel bileşeni haline gelecek biçimde pıhtılaşmaktadır. Günlük yaşam rutinleri uygun bir şekilde sürekli yeniden düzenlenmekte – artan hareketliliğe ve çeşitliliğe ayarlanmakta ve yeniden değiştirilmekte. Bu, herkese ve insanın kendisine de çeşitlilikten daha çok yararlanmayı ve kendi özdeşliğini kullanmayı olanaklı kılar.
Ama semtlerde ayrıca, insanın kendini kentsel günlük yaşam dinamiklerinin dışında tutmasının, kendi davranış biçimlerinin, dil alışkanlıklarının ya da değişmez ve doğru olan tek şey ilan edilenlerle ve bunlardan sapan davranış biçimleriyle arasına mesafe koymasının, başkalarının dil alışkanlıklarını ve yaşam stillerini soruna ve skandala dönüştürmesinin nelere yol açtığını da görmek mümkün. Bu toplumsal ayrımcılığı ve dışlamayı daha da hızlandırır. Hatta bu bağlamda Loic Wacquant ilerleyen bir marjinalleştirmeden söz ediyor (Wacquant 2018:247 ve davamı). Yukarıda ana hatlarıyla çizilen iki eğilimin gölgesinde tam da bu durum artış gösteriyor ve popülist bir kamuoyu ve siyaset tarafından – bir marjinalleştirme rejimi tarafından bilinçli olarak destekleniyor.
Göründüğü kadarıyla hareketlilik ve çeşitliliği ele alırken, dil, oldukça maddi bir konu oluşturuyor. Kent toplumlarında bu neredeyse klasik bir konu niteliğindedir. Bu temelde eğitim-öğretim sisteminin çokdilliliğe göre yeniden düzenlenmesinin ne denli önemli olduğu çok çabuk görülür. Bu şu an yalnızca çocuk yuvalarında başarılı olmuştur, ama ilköğrenim içinde de hazırlanmaktadır. Çokdillilik ve Entegrasyon Merkezi etrafında yürütülen tartışmalar bunun önemini vurguluyor. Eğitim-öğretim sisteminde çokdilliliğin hayata geçirilmesi ile, birçok ülkede çoktan, ama Almanya’da da son göç dalgasından bu yana bilincine varılan kentsel çeşitlilik, bu noktada dilsel çeşitlilik karşısında nihayet adil olunmak isteniyor (Kane, Storch 2017: 8).
“Entegrasyon açıkça kendi değerlerini terk etmeyi ya da beraberinde getirilen dilsel yeteneklerin kaybedilmesini ifade etmez” (Ebd.S.9).
Evde ya da aile içerisinde ve günlük yaşamda kullanılan diller eşit şekilde yan yana desteklendikleri bu tasarı ile, dilsel çeşitlilik karşısında sorumluluk bilinçli bir şekilde yerine getirilmiş oluyor. Ancak salt çokdillilik gerçeği karşısında sorumluluğu yerine getirmekle de kalınmıyor, aksine çokdilliliğin gerçekleştiği ve onunla rutinleşmiş biçimde sıkça ilişkide olunduğu semtlerdeki durum da, adeta otomatik olarak aynı zamanda hesaba katılmaktadır. Ve bu didaktik açıdan temel öneme sahiptir. Çokdillilik nasıl semtlerde yoğun ve karma koşullarda pratiğe geçiyorsa, eğitim-öğretim sistemi de çokdilliliği yoğun ve karma sınıflarda organize etmelidir. Ve bu eğitim-öğretim sistemine yeni gelenler, yani henüz göç etmiş olan çocuk ve gençler için de geçerlidir. Hazırlık sınıfları adı verilen sınıflarda uygulandığı gibi, burada da her çeşit toplumsal ayrım ya da marjinalleştirme amaca ters düşer.
Öyleyse bu çokdillilik tasarısının asıl can alıcı noktası, buradaki eğitim-öğretim sisteminin kentlerdeki verili koşulları sistematik olarak yansıtmasında ve sistemde örneğini çizmesinde ve böylece kentsel birlikte yaşamın mantığını amaçlı bir biçimde güçlendirmesinde yatmaktadır. Böylelikle kent toplumunun düzenleyici gücüne olan güven çok belirleyici bir biçimde desteklenmiş olur. Haklı olarak bunun ilk olarak muhitlerde sosyal entegrasyona hizmet ettiğine ve ama ikinci olarak dolaylı yoldan günlük yaşamda kullanılan dilin edinilmesine ve böylece iş dünyasının kapsamına girmeye atıfta bulunulmaktadır. Kanada’da yapılan araştırmalardan, bu şekilde eşzamanlı olarak söz konusu insanların toplumun birer üyesi olarak kabul gördüklerini biliyoruz, çünkü dil her kişiliğin bağrında temel bir öğe oluşturuyor. Öyleyse bir eğitim-öğretim sistemi çokdilliliğe göre yeniden düzenlendiğinde, o, “çokluğun çokluk olarak” kapsanmasında başlıca bir yapıtaşı olur, çünkü bununla söz konusu topluluk gruplarına semtlerde ve dolayısıyla da kentlerde dürüst ve adil bir birlikte yaşam sürdürmeleri için bir hak tanınmış olur. Böyle yapıldığında, aynı zamanda topluma layık olabilmek için, toplumsal sistemlerinin nasıl bir yön belirlemeleri gerektiğine ilişkin bir örnek sunulur. Onlar, kapsayıcı bir kent toplumuna layık olabilmek için, kendilerini toplumsal gerçekliğin bir ayak izi olarak kentsel günlük yaşama sürekli yeniden hazırlamak zorundadır.
Kaynak
Bukow, Wolf-Dietrich (2015): Mobilität und Diversität als Herausforderungen für eine inclusive city. In: Erol Yildiz und Marc Hill (Hg.): Nach der Migration. Postmigrantische Perspektiven jenseits der Parallelgesellschaft. Bielefeld: Transcript, S. 105ff.
Berding, Nina; Bukow, Wolf-Dietrich; Cudak, Karin (Hg.) (2017): Die kompakte Stadt der Zukunft. Auf dem Weg zu einer inklusiven und nachhaltigen Stadtgesellschaft. Wiesbaden: Springer VS
Wacquant, Loic (2018): Die Verdammten der Stadt: Eine vergleichende Soziologie fortgeschrittener Marginalität. Wiesbaden: Springer VS
Kane, Cissé Fatou, Storch, Anne (2017): Sprache, Migration, Gastfreundschaft. In: ZMI. Zentrum für Mehrsprachigkeit und Integration, Köln