Prof. Dr. Armin Bernhard
Duisburg-Essen Üniversitesi
“Ancak her kim kapitalizmden söz etmek istemiyorsa, o kimse faşizm karşısında da susmalıdır”. Max Horkheimer’in sosyal araştırmalar dergisinde 1939’da formüle ettiği bu ifade, ürkütücü bir biçimde tarihsel faşizmi aşan geçerliğe sahiptir. PEGİDA, AfD, NSU – Federal Almanya Cumhuriyeti’nde sağ popülizmden ırkçı aşırı sağa kadar uzanan örgütler geniş bir yelpazeyi kaplıyor. CDU’dan SPD ve Yeşillere, yerleşik partiler toplumda yaygınlaşan ve dünyanın önünde Almanya’nın itibarına zarar veren sağ popülist akımlara karşı öfke duyuyor. Burada “dürüstlerin” sağcı sokak çocuklarından ayrılması hararetle savunuluyor. Bu dürüstler, korkunç Agenda 2010 reformunun önünü başarıyla açan patronların yoldaşının (Eski Alman şansölyesi Gerhard Schröder kastediliyor, PoliTeknik’in notu) hararetle savunduğu dürüstlerdir. Verili görüşlerde sahnelenen öfkeyle son on yılların neo-liberal politikası ile sağ popülist ve aşırı sağ görünümler arasındaki bağlantının şu ilkeye göre üstü örtülmeye çalışılıyor: Biz masumuz! Ancak milliyetçilik, yabancı düşmanlığı, refah şovenizmi ve ırkçılık, sosyal çatışmaları ve bölünmeleri sürekli keskinleştiren neo-liberal toplum politikalarının bileşenleridir. Bu toplumsal strateji, Federal Almanya Cumhuriyeti’nin emperyal bir Avrupa Birliği çerçevesinde militaristleştirilmesini hızlandırmak için ulusal özgüvene oynayan bir tarih politikası ile desteklenmektedir.
Tarih Politikası – Anı Kültürünü Kötüye Kullanmak
Tarihle yüzleşmek adeta egemen sınıfın düşüncelerinin “egemen düşünceler” (Marx/Engels) olarak yerleşebilmesine elverişli bir alan olarak kendini sunuyor. Tarih politikasının görevi tarihi düzenlemektir, onu toplumsal egemenlik çıkarlarına göre hazırlamaktır[2]. Tarih politikasının yöntemleri çokyönlüdür. Bu yöntemler tarihin yüceltilmesinden farklı yorumlanmasına, çarpıtılmasından tabulaştırılmasına kadar uzanır.
Siyaset bu noktada tarihten bir taş ocağı gibi yararlanır. O, tarihten, gelecekteki siyasi kararlar için istendiği gibi işlenebilen bir yer gibi faydalanır.
Tarih politikası, kolektif bilinci içerikleriyle birlikte işgal eder, tarihi toplumsal egemenliğin çıkarlarına göre düzenler. Elde etmek istediği sonuç mülksüzleştirilmiş anıdır. Tarih yazınının, tarihin çelişki ve yapılarını toplum tarihi olarak yeniden kuran gerçek itici güçleri onu ilgilendirmez. Tabi tarih siyaseti kabul ettirilen zaferlerin zafer sarhoşluğunu sevinçle onaylamayan tarih yazınını da zorunlu olarak reddeder. Tarih siyasetinin görevi egemen sınıfın gelecekteki işlerini meşrulaştıracak ve güvence altına alacak, en azından tehlikeye atmayacak şekilde tarihi kullanmaktır. Tarih, özgül bir toplumsal sınıf birleşimi içerisinde egemenliğin kısmi çıkarlarının kabul ettirilmesi ölçütüne göre süzgeçten geçirilmektedir.
Ve bilincin tarihten koparıldığı, tarihin konu edilmek istenmediği yerde, tarih politikası, toplumun tarihsel-toplumsal koşullara dayanan günümüzdeki durumunun kavranmasını pratikte engelleyerek devreye girer – bunu söz konusu düşünme sürecinin sonuçlarından korktuğu için yapar.
Tarih politikası anı kültürü olarak adlandırılan şeyin yapılandırılmasını ve egemenliğe uygun tarzda işgal edilmesini hedefler. Görevi algımızı ve böylece belirli tarihsel olaylar karşısındaki tutumumuzu biçimlendirmektir. Tarihe ilişkin bize sunulan seçici kolektif bilinç, öznel algıyı ve tarihsel olaylara gösterilen öznel ilgiyi egemenlikle uyumlu hale getirmeyi istemektedir. Neyi nasıl anımsayacağımız, hangi anların bastırılacağı ve hangi görünümlerin ön plana çıkarılacağı şart koşuluyor. Önemli olan geçmişin kendisi ya da anısı değil, bunların egemen elitlerin güncel çıkarlarıyla örtüşen seçici tarzda yorumlanmasıdır.
Merkez Siyasetin Popülizmi ve Alman Tarih Politikasının Şizofren Doğası
Federal Almanya’nın verili uluslararası rolündeki temel değişimle – Alman ordusunun emperyal tarzı – bağlantılı yeni dönem Alman tarihinin yerleşik siyaset tarafından nasıl ele alındığı, tarih politikasının işlevi için örnek olarak gösterilebilir. Bu noktada caydırıcı politika, silahlanma ve savaş hazırlıkları için toplumun onayını almak amacıyla tarihi kullanan merkez siyasetin[3] uyguladığı popülizm devrededir. Günümüz egemen tarih politikasının saldırılarının hedefinde, ikinci Dünya Savaşı sonrası tüm restorasyon girişimlerine rağmen günümüze dek devam eden, savaştan sakınma kültürü yer almaktadır. Ünlü Nazi ordusu subayları askeri yapıların oluşturulması için gayret ederken ve Federal Almanya’nın yeniden silahlanmasını hazırlarken, on yıllar boyunca kuşaklararası etkileşim sonucu aktarılan savaş karşıtı ruh hali toplum içerisinde yayılmıştır. Aslında Almanların barış politikası açısından köklü bir bilinç sürecinden geçtiklerini söylemek abartılı olur, ancak faşist vahşetler, İkinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı sonuçları ve Mayıs 1945’te Almanya’nın topyekün teslim olması, savaştan sakınma kültürünün oluşmasına belirleyici etkide bulunan şok tarzında bir duygu ortamı yarattı. Yerleşik siyaset için Alman toplumunun bu post-travmatik duygusal durumu başlangıçtan beri sorunluydu. Bu duygu halinin işlenmesiyle bir yandan saldırgan Alman milliyetçiliği ve emperyalizminin yatıştığı telkin edilebilmiştir, diğer yandan da savaştan sakınma kültürünün toplumsallaşma boyutuna sabitlenmesi, Almanya’nın çoktan planlamasına başlanan ekonomik ve askeri büyük güce dönüştürülmesi önünde kültürel bir engel oluşturacağı düşünülmüştür. Aynı zamanda Almanların karma karışık duygu dünyası, bir tarih politikasının yanaşabileceği, mükemmel bir şekilde manipüle edilebilir bir ruhsal içyapı dokusu sunmuştur.
1945 sonrası Alman tarih politikası doğası ve yapısı itibariyle zorunlu olarak şizofren bir niteliğe sahiptir. Egemen tarih politikasının şizofren yapısı onun ikili yöneliminden beslenmektedir. O bir çelişkinin ürünüdür: Bir tarafta faşist Alman emperyalizminden elde edilen deneyimler ve diğer tarafta ticaret yollarını ve hammadde gereksiniminin karşılanmasını güvence altına almak için ordunun ‘zorunlu’ olarak saldırgan emperyal
konuşlandırması[4]. Savunma politikalarının söz varlığıyla ifade edilecek olursa, konu Federal Almanya Cumhuriyeti’nin “yaşamsal, diri çıkarlarının” korunmasıdır.
Tarih politikası kendi geçmişinden sembolik düzeyde sıyrılarak, Federal Almanya’nın barışa yatkınlığını kanıtlamak ve aynı zamanda ordusunun yürüttüğü savaşları ve silah sanayisinin (aşırı) silah ihracatını gerekçelendirmek zorundadır – bu, siyasi ideolojinin şizofren tasarısını gerektiren bir ödevdir.
Helmut Kohl ve Ronald Reagan’ın 1985’te Bitburg’da Bergen-Belsen toplama kampını ve SS Asker Birliği (Waffen-SS) mensuplarının da bulunduğu askeri mezarlığı ziyaret etmesi, bu şizofren boyut için bariz bir örnektir. Sonuç ise gerekçelendirme yöntemlerinin bilinci bölen bir yan yana duruşudur, ne var ki bu bilinç bölünmesi Alman ordusunun uluslararası savaşlara artan oranda katılımı nedeniyle son yıllarda önemli ölçüde artmıştır.
Birkaç on yıl boyunca Federal Almanya’da Almanların geçmişle “yüzleşme”lerinin ritüelleşmiş bir formunu saptamak olanaklı olmuştur: Üst düzey temsilciler anma günlerinde çelenkler koymuş, faşizmin kurbanları önünde eğilmiş, toplama kampları önünde diz çökmüştür. Gerçekten de üzüntünün ve faşizm deneyimiyle hesaplaşma motiflerinin mi bu sembolik gösterilerin temelinde yattığından kuşku duymak mümkün. Geçmişten ders çıkarıldığı olgusu – özünde faşist diktatörlüğün ve onun yürüttüğü emperyalist savaşın altında ezilen ulusa verilmesi gereken asıl mesaj bu olmalı.
Tarih politikası, bu noktada, başından itibaren Alman faşizmi ve emperyalizminin uyguladığı vahşetleri, adeta Yahudi soykırımı toplumsal çatışmanın ve sosyal altüst oluşların ötesinde feodal-militarist öğelerin nüfuz ettiği bir kapitalizmin özel tarzda saldırgan bir varyasyonu içerisinde gerçekleşmiş gibi, toplum yapısından sistematik olarak koparmaya çalışmıştır. Büyük Alman bankalarının, ağır sanayinin, kimya sanayisinin faşist hareketin yükselmesine etkin katkısı, bu harekete Thyssen A.Ş., Friedrich Krupp A.Ş., IG Farben, Deutsche Bank & Co tarafından sunulan destek, Yahudi malvarlığının arileştirilmesine ve faşistlerin soykırımına büyük şirketlerin verdiği katkı unutturulmak isteniyordu. Faşizm deneyiminin Nazi büyüklerinin adlarını çağrıştırması amaçlanıyordu, büyük sanayici Hugo Stinnes ve Carl Duisberg’i, bankacı Kurt Freiherr von Schröder ve Paul Mankiewitz, medya şirketiyle Alfred Hugenberg’i ve Alman Sanayiciler Birliği’ni (Reichsverband der Deutschen Industrie – RDI) çağrıştırması değil, bunlar Weimar Cumhuriyeti’nin yıkılmasına ve Alman sanayisinin ve bankalarının emperyalist genişlemesine aktif katılan ekonomi alanından kişi ve örgütlerdir. Herşeyden önce bu tarihsel deneyimden çıkan sonuçlar – kilit öneme sahip sanayinin kapsamlı bir şekilde toplumsallaştırılması, savaş sanayisinin parçalanması – toplumda tümüyle kabul gören ve parti programlarına yansıyan, hatta CDU’yu dahi etkileyen talepler, tarih bilincinden en kısa sürede tekrar silinmeliydi.
Almanya’nın askeri büyük güç olma yolunda savaştan sakınma kültürü giderek engel oluşturmaya başlıyor. “Geçmek bilmeyen Geçmiş (Ernst Nolte)” militaristleşme yolunda atılması gereken zorunlu adımları fazlasıyla engelliyor. Toplumun ağır bir yük ifade eden faşist geçmişle bağının bu nedenle yavaşça çözülmesi gerekiyor. İki Almanya’nın birleşmesi, Alman tarihine yaklaşımın “normalleşmesi” için planlı biçimde kullanılabilen öğelerden biri olmuştur, zira birleşme ile Almanlar “Karanlık Almanya’yı” artık nihai olarak geride bırakıyorlardı. “Tarihimizle” olan “kasvetli” ilişkinin, oldukça büyümüş bir Almanya’da bir anda bu sözler duyulur olmuştu, artık yerini “normal” bir ulusal özgüvene bırakması isteniyordu. 1968’lerin suç üzerine yürütülen, sinir hastası yapan söylemleri (sonradan Alman Cumhurbaşkanı olan Joachim Gauck’ın 4.11.2004’te Rheinischer Merkur’da yayınlanan sözleri) gereğinden uzun bir süre boyunca insanların kendi uluslarına saygı duymasını engelledi. Artık Nazi geçmişimizle aramızdaki ilişinin normalleştirilmesi revaçtaydı. Bertelsmann Vakfı’nın yönetiminde, devlet radyo ve televizyonlarıyla işbirliği yapan büyük medya şirketlerinin yürüttüğü en büyük sosyal pazarlama kampanyalarından biri olan “Sen Almanyasın” (2005) kampanyası ile, insanların kendi ülkelerinin geleceği karşısında da iyimser, olumlu bir tutum sergilemelerini hararetle savunarak, geçmişle olan bu kasvetli ilişkiden kurtulmaya çalışılmıştır. Daha fazla iyimserliğe ve öz inisiyatife çağrı Almanya’ya bağlılıkla birleştirilmek isteniyordu. Neo-liberal niyetler ulusal, askeri çıkarlarla birleşmiştir. Bir yaz masalı olarak adlandırılan, satın alınmış 2006 Dünya Futbol Şampiyonası’nın sarhoşluğunda Alman bayrakları ülkenin hava sahasının egemenliğini ele geçirdiğinde ve bu spor dalıyla “normal koşullarda” hiç ilgilenmeyen insanlar kendilerini siyah, kırmızı ve sarı renkleriyle karaladıklarında, bazıları rahatsızlık duymaya başlamıştır. İtalya ve Fransa’da çok doğal olan şey Almanya’dan neden esirgensin? Şimdi Almanya aslında iki kez dünyayı kasıp kavuran ateşler yaktı ve sistematik bir biçimde Yahudilerin yok edilmesi için uğraştı, bu nedenle de milyonlarca insanın vebalini çekiyor – iki ülkeyle Almanya arasındaki ince fark da budur. Ama bu yüzden bayrak sallayan ulusal coşkudan ebediyen mahrum mu kalınsın? Artık geçmişle bu sinir bozucu ilişkinin son bulması gerekmiyor mu? Böylece “sağlıklı” bir ulusal özgüvene sessiz sedasız alışmaya artık bağlanmıştı. Ne yazık ki bu sözde normalleşme ikincil kayıplarla (Kollateralschaden) el ele yürüyordu: Göründüğü kadarıyla sağ popülist hareketler ve aşırı sağcı gruplar daha fazla ulusal gurur duyulması çağrısını yanlış anladı ve yaptıkları ırkçılıkla, uyguladıkları refah şovenizmiyle, sığınmacı barınaklarına saldırılarıyla Almanya’nın dünyadaki itibarına zarar veriyor.
Auschwitz Toplama Kampı ve Yugoslavya’ya Karşı Yürütülen Devletler Hukukuna Aykırı Savaş
Faşist Alman geçmişiyle ilişki için, Federal Almanya tarihinde yaşanan ve ülkenin dış politikasının askerileştirilmesinde adeta yangını körükleyen en büyük tabu yıkımı “yeşiller” cenahından gelen tarihsel-politik müdahale olmuştur. Bu müdahale, Almanya’nın ekonomik-askeri büyük güce dönüşmesinde yolu hazırlayan bir geçerlilik kazanmayı talep edebilir:
Kırmızı-Yeşil Koalisyonu henüz 1990’ların sonunda, Yeşillerden, en azından parti programına göre kendini şiddet uygulamamaya adayan bir dışişleri bakanı ile, askeri faaliyetin kültürel engellere takılmasını, Almanların post-travmatik duygu durumunu özel bir tarihsel-politik müdahaleyle bertaraf etmek için yola koyulmuştur. 1999’da Kırmızı-Yeşil Koalisyonu yönetimindeki Federal Almanya, insan hakları örgütü NATO’nun yanında Yugoslavya Halk Cumhuriyeti’ne karşı devletler hukukuna aykırı bir savaşa katılabilmiştir. Siyaset sınıfının yoğun propagandist çabalarıyla Alman hatıra belleğine yeniden yön verilmek istenmiştir. Yerleşik siyaset, faşizm deneyiminin insanlarda bıraktığı izlerin, bunlar her ne kadar savaş karşıtı tutumda ifadesini bulmasa da, yine de Federal Almanya’nın askeri eylemlerine karşı duyulan inatçı kuşkunun içinde varlığını koruduğunu ürpererek saptamıştır. Çokuluslu Yugoslavya’nın parçalanması projesi için İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra komşu ülkelerin güvenini yeniden kazanmak amacıyla uzun süre gereksinimi duyulan kültürel engel – Almanların barışa yatkın olduğuna ilişkin kanıt. Federal Almanya’nın dünya siyasetinde değişen rolüne ilişkin yeni parolanın yayılması amacıyla medya dünyası neredeyse topyekün cepheye sürülmüştür. Savaşı güçlü şekilde gerekçelendirebilmek için Yeşiller dışişleri bakanı muhafazakâr siyaset kastının işlemekten daima çekindiği bir günaha imza atmıştır: Yugoslavya iç savaşında yeni bir Auschwitz yaşanması tehlikesini hararetle savunmuş ve böylece Federal Almanya’nın saldırı savaşına katılmasını gerekçelendirmiştir. Bu mesaj, son derece “barbar” olan “Sırp” faşizminin yerinden yurdundan ettiği kitlelere dair yanlış olduğu kanıtlanan ve ancak ölüm fabrikalarında son bulabilecek resimler ile süslenmiştir. Böylece Sırbistan’ın bombalanması, faşizm ve İkinci Dünya Savaşı nedeniyle Almanya’nın vebalini çektiği günahın zorunlu sonucu olarak pazarlanmıştır. Yeşiller dışişleri bakanının, o dönem alışıldık olan, savaşa girilmesini meşrulaştırmak için siparişle düşman imgesi yapılandırabilen ve gerekçelendirme yöntemleri yaratabilen PR ajanslarını dayanak alıp almadığını bir kenara bırakalım. Joseph Fischer, her halükârda, otorite tutkunluğunun yanı sıra kendisini o feci tarihsel-siyasi manipülasyon stratejisini uygulamaya erkli kılan iki özelliği içinde taşıyordu: Egemenliğin diline çok iyi hakim olması ve içinden geldiği, faşist geçmişle çatışan sosyal hareketi yakından tanıyıp, bu nedenle de bu hareketi siyasi hesaplarına araçsallaştıcı tarzda katmayı başarması. Antifaşist maske giydirilmiş, Yeşillerden bir siyasetçi tarafından anlatılan ve birkaç istisna dışında kültür sanayisi biçiminde örgütlenmiş kitle iletişim araçlarınca desteklenen son derece ahlaksız savaş ve savaşa katılma gerekçesi, nihayet savaşlara kuşkuyla bakan parlamento dışı hareketin büyük bir bölümüne de nüfuz etmiştir. Savaşa katılmak için yürütülen tartışmalara bilinçli olarak “Auschwitz”, “etnik temizlik”, “At Nalı Operasyonu” (Kosovalıları ülkeden çıkarmak için Yugoslavya’nın hazırladığı iddia edilen plan), “Holocaust” (Nazilerin Yahudi Soykırımı) vb. tahrik edici sözler, birçok aydını etkilemeyi başarmıştır[5].
Dünyadaki Gelişmeler Karşısında Federal Almanya Cumhuriyeti’nin Artan “Sorumluluğu”
Federal Almanya’ya kendi tarih politikası tarafından sürekli barışa yatkınlık raporu kutlamalarla verilirken, diğer yanda askerileştirme ve silahlanma talepleri aynı solukta seslendiriliyor, faşist geçmiş ile sözde ciddi ve samimi olarak yüzleşmeye dayanan, tarihsel temele oturtulmuş bir barışa yatkınlık. Askerileştirme ve silahlanmanın gerekçelendirilmesi için, o ana dek savaştan sakınmayı gerekçelendiren aynı öykü hizmete koşuluyor. Çünkü, tarihçi Heinrich August Winkler’in İkinci Dünya Savaşı’nın 70. yıldönümü nedeniyle 8.5.2015’te[6] belirttiği gibi, faşizmin neden olduğu cürümlerden “Almanların gözlerini kapatma hakkı türetilememekle” kalınmaz, hayır, Nazi geçmişi bizi neredeyse ahlaki olarak ordumuzu tüm dünyada onurlu savaşlar için kullanmakla yükümlendiriyor, ki elbette bu savaşlar salt insan sevgisine dayalı motiflerden hareketle yapılacaktır. Bu nedenle toplumun askeri faaliyetlerin zorunluluğuna ilişkin içgörüsünü engelleyecek herşeyin ortadan kaldırılması gerekmektedir. Faşizm deneyimi ve İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Federal Almanya’nın Yugoslavya savaşına katılması tarihsel bir günahı ifade ediyorduysa, bu, ilk etapta bir ülkenin askerileştirilmesi yolunda toplumun görüş birliğine varmasını sağlamak için salt bir olaydan ibaretti, nitekim 1945 tarihli Potsdam Antlaşması Almanya’ya karşı haklı nedenlerle sert bir askerden arındırma talimatı vermişti – bu talimat salt kendi ordusunu kurmasını değil, savaş sanayisi oluşturmasını da yasaklıyordu. Askerileştirme, silahlanma ve caydırma politikası için bir çıban olan, kahraman-sonrası toplum (Münker) adı verilen toplumun zihniyeti, kesintisiz ideolojik saldırılara tabi tutulmaktadır. Almanya Cumhurbaşkanı Gauck bu yüzden 2012’de Alman ordusuna bağlı Alman Silahlı Kuvvetler Akademisi’nde mantıklı olarak mutluluk bağımlısı toplumu[7] sert bir dille eleştirmiştir. Gauck’a göre bu toplum, varlığını, hayatları pahasına özgürlüğümüzü – dünyanın dört bir yanında – savunan, kendini feda eden askerlerin (“üniformalı cesur yurttaşların”!) başarılarına borçlu olmakla birlikte, bu gerçeği hazcı bir düşüncesizlik ve vurdumduymazlıkla bastıran bir toplumdur.
Barışın dostları olarak Birinci Dünya Savaşı’na ve Alman emperyalizminin finanse edilmesi amacıyla savaş kredileri verilmesine karşı oy kullandıkları için zamanında Almanya’da şimşekleri üzerlerine çeken vatansız yoldaşlar, Gauckçulukla yeniden sahneye sürülmektedir. Barış için mücadele etmek günümüzde bir kez daha yıkıcı faaliyet olarak görülüyor. Vatansız yoldaşlar Almanya’yı bir kez daha sırtından bıçaklıyor, ama bu defa onu barışsever emellerine ulaşmaktan, bir diğer ifadeyle dünya genelinde insan hakları ihlallerine karşı silahla savaşmaktan alıkoymak için bunu yapıyorlar. Bunlar yeni zamanların getirdiği görevleri henüz kavrayamamış ve “dünyaya sırt çeviren ya da rahatlığı gizlemek için Almanya’nın tarihsel suçunu kullanan” insanlardır. Cumhurbaşkanı Gauck bu esaslı tümceleri 2014 Münih Güvenlik Konferansı’nda, çok manalı “Almanya’nın Dünyadaki Rolü” başlığı altında tesadüfen formüle etmemiştir. Çokyönlü aşındırılmış ve siyasi jargonda değersizleştirilmiş bir kavram, Almanya’nın dünya politikasındaki yeni rolünü belirlerken duygu pazarlamacılığının iyi hisler uyandıran bir sözcüğü olarak kullanılmıştır: Bu sözcük, olumlu içerik taşıyan sorumluluk sözcüğüdür. Almanya (nihayet!!!) sorumluluk üstleniyor, o, geleceğin sorunlarına şekil vermek için askeri girişimlerde bulunma yükümlülüğünü taşıyor. Savaş faaliyetlerini sorumluluk üstlenme sözcüğüyle kombine ederek olumlu gösterme çabası, savaş fenomenini salt çirkinliğinden arındırmakla kalmaz, o aynı zamanda gerilimi azaltma ve barış politikası nedeniyle askeri “girişimleri” reddedenlere sorumsuzluk atfeder. Tarih dayanak alınarak anti-militarizm, savaş karşıtı tutumlar ve barış için çalışmak sorumsuzluk olarak lekelenir.
Bu askeri “girişimin” gerekçelendirilmesi ise tarihsel çıkarsamaya dayandırılan bir norm belirlemesine dayanır. Burada kolektif ile özdeşleşmeler sağlaması istenen bir dost imgesi, kolektif bir ben-ideali yapılandırılmaktadır. Federal Almanya Cumhuriyeti gerçekte “iyi bir Almanya’dır”, şimdiye kadar sahip olduklarımızın en iyisi (Gauck’un Münih Güvenlik Konferansı’nda kullandığı sözler). Çünkü bu Almanya “baskı rejimi” tarafından empoze edilen dersleri kavramış ve açık bir topluma ve Avrupa’nın kalbinde barışsever bir ulusa dönüşmüştür. “Savaş ve üstünlüğe” dayalı geçmiş yerini “barış ve işbirliğine” dayanan bugüne bırakmıştır. “Bu iyi bir Almanya, şimdiye kadar sahip olduklarımızın en iyisi”: Bu açıklamanın yanı sıra şaşkınlık yaratması gereken bir diğer nokta, özellikle onu formüle etmek için gerekli olan olağanüstü bir gözardı etme çabasıdır. Cumhurbaşkanı “iyi Almanya” ile dünyanın üçüncü büyük silah ihracatçısını mı kastediyor, AB’nde üstün olan ve ekonomik üstünlüğüyle diğer ülkeleri yoksulluk ve sefalete sürükleyen ekonomi devini mi kastediyor, onun zenginleri hayasızca zenginleştiren ve kötü iş koşullarını, evsiz barksızları ve çocuk yoksulluğunu yaratan ekonomi politikasını mı kastediyor, sığınmacıları savaş bölgelerine süren ve böylece insan haklarının korunması ve savunulmasına etkili bir kanıt getiren bir ülkeyi mi, “barış ve işbirliği” ile Alman birliklerinin dünyanın dört bir yanında müdahalelerde bulunmalarını ve yeniden savaş yürütmelerini mi kastediyor? ABD’nin, Pfalz’da bulunan Ramstein Askeri Üssü’nden ölümcül drone saldırılarını yönetmesine izin veren “iyi Almanya”yı mı kastediyor?
Savaştan sakınma kültürünü nihayet erozyona uğratmak için, kuşku duyan topluma gösterilmesi gereken düşman imgeleri de tarih dayanak alınarak yapılandırılmaktadır. Almanların kendi yakın tarihlerinden çıkarmaları gereken dersler, (artık) kesinlikle kendi toplumlarının bağrında taşıdığı, barışçıl olmayan potansiyellerin bilincine varmaktan ve onlara karşı savaşmaktan hareket etmiyor. “Tüm zamanların en iyi Almanya’sının” böyle bir şeye artık ihtiyacı yok. Tarihten çıkan dersler artık yeniden dışarıya yansıtılabilir, dünya için bir tehdit olarak stilize edilen eski-yeni ezeli düşmana kaydırılabilir. CDU’nun 1950’lerden kalma, eski bir Soğuk Savaş sloganını dönüştürülmüş biçimiyle yerleştirmek için, kuşkuların tüm izi Moskova’yı işaret etmektedir. Görevi uyum, gerilimi azaltılmak ve diyalog olan bir kurumun saldırganlığı aracılığıyla, medyatik tarzda sahnelenen Putinofobinin altı doldurulmuştur: Bu kurum da Cumhurbaşkanlığı makamıdır. Dünyanın içinde bulunduğu tehlikeli siyasi durum karşısında devletin bu en üst “Hristiyan” (?) temsilcisinden “güven yaratan önlemler[8]” sunmasını bekleyen her kişi iyice yanılmış olduğunu gördü. “Tarih bize şunu öğretiyor ki”, diyor söz ustası Gauck ve aynı anda tarihin bize ne öğrettiğini yorumluyor, “toprak konusunda verilen tavizler saldırganların iştahını” daha da kabartır ve büyütür (1.9.2014 tarihli Gdansk konuşması). Dolayısıyla, tarih, halklar arasında “düşmanlıktan arındırmanın” oldukça sorunlu görülmesi gerektiğine ilişkin bir ders içerir[9]. Cumhurbaşkanı “saldırganlıkla” elbette ABD’nin ve “müttefiklerinin” dünyanın dört bir yanında yürüttüğü savaş faaliyetlerini, NATO’nun Avrasya bölgesine yayılmasını, “teröre karşı savaşı” ve bu savaşın neden olduğu askeri müdahalelerin ve saldırıların sayısız insan ölümlerine yol açmasını kastetmiyor – bu açıdan bakıldığında tarih görünüşe göre bize hiçbir şey “öğretmiyor” – farklı olmasını beklemek mümkün mü? – onun kastettiği, “toprak hırsıyla” (Steinmeier) hareket eden ve emperyal amaçları, kendini enternasyonal topluluk olarak adlandıranlar tarafından engellenmesi gereken ezeli düşman Rusya’dır elbette.
Tarihin Kötüye Kullanılması ve Anıların Görevi
Kolayca görüldüğü gibi tarihi kötüye kullanmak egemen tarih politikasının karakteristiğidir. O, varolan egemenlik yapılarının çıkarına geçmişin ideolojik açıdan kullanılmasına çalışır. Ancak: Manipule edilebilirliğin sınırları yok mu, egemen söylemin kırılma noktaları bulunmuyor mu, bu söylemin eleştirisi için hiçbir olanak yok mu? Kendi diyalektiği içinde açınması sağlandığı zaman, anılarda olduğu gibi anı kültürü de anaakım kamuoyu dışında bir kamuoyunu olanaklı kılabilir. O, kolektif belleği mevcut toplumsal egemenliğin çıkarlarını meşrulaştırmak için, egemenliğin bir aracı olarak kötüye kullanılabilir. Öte yandan anı kültürü toplumun kolektif biyografisinin özgürleşmeci tarzda işlenmesine olanak tanır. Ancak anıların mevcut ve gelecekteki hedefleri izlemek üzere yoğun olarak araçsallaştırılması, faşizm deneyiminin bağlı olduğu bütün naif-pedagojik, fakat çok yaygın, ayrıca ve özellikle kişilerin de anı kültürüyle olan ilişki biçimlerini yalanlar. Tarihin, tarih politikası temelli araçsallaştırılmasına karşı anaakım kamuoyu dışında bir kamuoyunun oluşması ancak anının diyalektik idrakı temelinde mümkündür. Güncel tarih politikasının şizofren yapısından, bu yapının çelişkilerini göstermek için hareket edilmelidir. İyi hissetmeye yarayan formüllerle sakinleştirmeyi ve kamuoyu bilincini derinden etkilemeyi amaçlayan dilsel örtünme sanatı burada teşhir edilmelidir: Barış misyonu, sorumluluk üstlenmek, responsibility to protect (koruma sorumluluğu), insani müdahaleler, istikrarlaştırma amaçlı müdahale vs. vs.. Ama tarih politikası stratejilerinin anlamını açığa çıkarmak için, herşeyden önce tarihi kullanmanın çokyönlü örneklerini kendi güncel çıkar karmaşıklığından hareketle ideolojik-eleştirel yaklaşımla açıklamak gerekir. Son olarak toplumsal bilinmeyenin geniş yelpazesinde duygularımızla nasıl kızak kayıldığını göstermek gerekir. Bilincimizin ideoloji tarafından sürekli ateş altına alınmasına karşı gerekli eleştirel özdüşünüm ancak bu şekilde kalıcı kılınabilir.
Cumhurbaşkanı Gauck’un konuşmalarını şu internet sitesinde bulabilirsiniz: (http://www. Bundespraesident.de/DE/Bundespraesident-Joachim-Gauck/Reden-und-Interviews/reden-und-interviews-node.html). Siteye giriş tarihi 29.9.2016’dır; ayrıca bakınız, Müller, Albrecht: Was Pfarrer Gauck noch lernen muss, damit wir glücklich mit ihm werden, Frankfurt/Main 2012
[1] Vorabdruck aus: Herrschaft macht Geschichte. Kritische Pädagogik. Einsprüche und Perspektiven Heft 4, Baltmannsweiler 2017 (erscheint im Juli/August)
[2] Aşağıda tarih politikası kavramını her kullandığımda, salt olumlu tarih politikasından hareket edeceğim.
[3] “Sol popülizm” ve sağ popülizm” sözcükleri ile yerleşik siyasi arenada popülizmin yeri olmadığı telkin edilmektedir.
[4] Federal ordunun hedefleri savunma politikaları yönetmeliklerinde (VPR) belirlenmiştir.
[5] Tartışmalar hakkında İtalyalı Kurt Gritsch’in 2010’da yayınladığı inceleme bilgi vermektedir: Haklı bir Savaşın Sahnelenmesi mi? Aydınlar, Medya ve “Kosova Savaşı”, bu noktada incelemenin okunması altı çizilerek önerilir. Ayrıca Internationales Solidaritätszentrum e.V./Anti-Rassimus-Telefon tarafından 2000 yılında yayınlanan broşüre de bakınız: Auschwitz als Rechtfertigung von Krieg. Wohin marschiert die Bundesrepublik? (Savaş Gerekçesi Olarak Auschwitz. Federal Almanya Nereye?) Essen 2000.
[6]Ancak Winkler, Auschwitz’i engellemenin Yugoslavya’ya karşı savaşın meşrulaştırılmasına dayanak yapılmasını reddetmiştir.
[7] Mutluluk bağımlısı toplum kavramı bu konuşmanın metninde yer almamış, yalnızca sözlü olarak formüle edilmiştir.
[8] “Güven yaratan önlemler” 1960’lı ve 1970’li yılların gerilimi azaltma siyasetinin bir ifadesi olup, şu an bu ifade doğal olarak neredeyse hiç kullanılmamaktadır.
[9] 1980’lerde Heiner Geißler de ikiyüzlü bir biçimde aynı gerekçeleri kullanarak barış hareketine karşı koymuş, 1930’ların savaş karşıtlığını Auschwitz’in sorumlusu ilan etmiştir. Tarih politikası temelli müdahalenin belirlenmiş hedefi o zamanlar da askeri caydırıcılığın meşru kılınmasıydı.