Doç. Dr. Kemal İnal[1]
Gazi Üniversitesi
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda 1948 yılında kabul ve ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, aslında birinci ve ikinci dünya savaşlarının yaşanmasının ardından bir barış metni olarak üretildi. Uluslar ve devletler, insanlar ve kültürler arasında barışı, hoşgörüyü ve uzlaşarak çözüm bulmayı amaçlayan bu metinin ruhuna sinen asıl felsefe, Fransız Devriminin üç temel ilkesi veya amacıdır: özgürlük, eşitlik ve kardeşlik. Bu metni çok sayıda devlet imzaladı ve fakat asıl olarak, devletlerin siyasi olarak metne angaje olmasından daha önemlisi, metnin içerdiği ilke ve değerlerin okullarda ders, konu ve kültür olarak öğretilmesidir. Gerek yurttaşlık gerekse tarih ders ve ders kitaplarında öğretime konu olan bu bildirgenin genç beyinlerde yer etmesi için o tarihten bu yana çok sayıda proje üretildi, rapor yazıldı, tezler ve kitaplar üretildi, üniversitelerde kürsüler kuruldu ve çeşitli politikalar oluşturuldu. Ne var ki, o tarihten bu yana dünya, üçüncü bir dünya savaşı görmedi ama soğuk savaş, nükleer tehlike, küresel ısınma, açlık ve işsizlik, doğal afetler, siyasi yıkım, yeni sömürgecilik biçimleri ve çeşitli akıl tutulmalarını yaşadı. Bu da şunu gösteriyor ki, dünya çeşitli ideolojilerin (emperyalizm, mikro milliyetçilik, diktatörlük, dinsel fanatizm vs.) etkisiyle huzur, uzlaşma ve hoşgörüyü pek de göremedi. Bildirge tüm ulus ve devletler, halklar ve insanlar için ideal ölçüler getirdi, çeşitli hakları vurguladı ve bunların uygulanmasını önemsedi, çeşitli şekillerde takip etti. Fakat BM, bu metni baz alarak dünya çapında belirleyici bir güç olamadı. Açıkçası BM, kendini en çok finanse eden ABD’nin etkisi altında kaldı. Çoğu zaman ABD’nin değerleri, yaklaşımı ve felsefesi bu örgütü ve onun bildirgesinin uygulama biçimi ve kapsamını belirledi. Bu da, bildirgenin çok da etkili olamadığının bir işareti.
Fakat bu bildirge birçok açıdan çok değerli bir felsefeye ve maddelere sahip. Bunların içinde eğitimle ilgili olanlar bilhassa önemli zira günümüzde artık daha çok sayıda insan okul, dershane, kurs gibi pedagojik kurumlara devam ediyor ve “okumanın yaşı yok”. Sürekli eğitim, yaşam boyu öğretim gibi sloganlar sonucu insanlar geç yaşlarda da öğrenmeye ve yeni bilgiler edinmeye devam ediyorlar. Haliyle genç veya yaşlı fark etmez, artık insanlara pedagojik ortam ve kurumlarda eskimiş gibi görünen birtakım mesajları vermek daha kolay. Elektronik medyanın, sanal alemin gelişmesi ve genişlemesiyle daha fazla mesaj trafiği yaşanmakta, bu da çeşitli sosyalliklerin artmasına neden olmakta. Fakat tam da bu noktada şunu sormalı: İletilen mesajlar yerini buluyor mu? Bulmuyorsa, mesajın kendisinde bir sorun olabilir mi? Mesela bazı mesajlar eskimiş, demode olmuş veya günün, zamanın ruhunu yansıtmıyor olabilir mi?
Bu açıdan BM’nin toplam 30 maddelik bildirgesi içinde yer alan eğitimle ilgili maddenin, yani 26. maddenin toplam üç fıkrasına bakmalı. İlk fıkra şöyle: “1. Herkes eğitim hakkına sahiptir. Eğitim, en azından ilk ve temel eğitim aşamasında parasızdır. İlköğretim zorunludur. Teknik ve mesleksel eğitim herkese açıktır. Yüksek öğretim, yeteneklerine göre herkese tam bir eşitlikle açık olmalıdır.”
Herkesin eğitim hakkına sahip olması çok önemli bir hak ama eğitim hakkının yasalarla garanti altına alınması çoğu zaman biçimsel kalmakta. Önemli olan uygulamadır. Eğitim hakkına sahip olmak, eğitim hizmetlerine eşit biçimde erişim sorunudur. Ama herkes, dil, din, ırk, sınıf, kültür ve bölge farkı gözetilmeksizin aynı nitelikte (kalitede) eğitim hizmeti almalı ve bu sadece ilköğretimde değil, eğitimin bütün kademelerinde, formal ve informal, parasız olmalıdır. Oysa bugün Türkiye gibi anayasasında ilkokulun parasız olduğu yazılı ülkelerde bile öğrenci ve velilerden birçok başlık altında (kayıt, kalem, kitap, film izleme, temizlik, örtü, fotokopi vs.) para alınmaktadır. Bu paraları veremeyen öğrenci ve veliler nitelikli eğitim hizmeti almaktan yoksun bırakılmakta, bu da ciddi bir eşitsizlik sorununa yol açmaktadır. Öte yandan, teknik ve mesleki eğitim de herkese açık değildir. Ücra bölgelerde (köy, dağlık alan, yayla vb.) yaşayan çok sayıda insan bu eğitimi alamamaktadır. Yine, bu tür eğitimin günün meslek ve gelişmelerini kapsamaktan uzak olduğu da açıktır. Yüksek teknolojiye dayalı meslekler için eğitim verilmesi gerekirken çoğu zaman devletlere ait çeşitli eğitim kuruluşlarında (halk eğitim merkezleri gibi) artık pek de işe yaramayan geleneksel beceriler (halıcılık, ebru, çinicilik vb.) öğretilmektedir. Oysa ulus ve devletlerin katma değer yaratabilmeleri için yetişkin eğitimleri de günün gelişmelerini içermelidir. Aynı durum üniversiteler için de geçerlidir. Bilhassa azgelişmiş ve gelişmemiş ülkelerde üniversiteler çok kısıtlı bir nüfusa açıktır; yoksul ve dezavantajlı kesimler için üniversite, bir bilgilenme ve aydınca değerler kazanma yerinden ziyade, hayatını kurtarma konusudur. Böyle olunca da yüksek öğretime erişim eşit değildir. Tüm yeteneklerin de yüksek öğretim imkânı bulduğu şüpheli. Yeteneğini sırf imkân bulamadığı için değerlendiremeyen nice genç, üniversite öncesi sistemden elenmektedir.
İkinci fıkra da şöyledir: “2. Eğitim insan kişiliğini tam geliştirmeye ve insan haklarıyla temel özgürlüklere saygıyı güçlendirmeye yönelik olmalıdır. Eğitim, bütün uluslar, ırklar ve dinsel topluluklar arasında anlayış, hoşgörü ve dostluğu özendirmeli ve Birleşmiş Milletler’in barışı koruma yolundaki çalışmalarını geliştirmelidir.”
Mevcut pratik bu maddede söylenenden veya istenenden çok farklı olgular sunuyor bize. Ama bu maddede asıl sorgulanması gereken nokta, “insan kişiliği”nin ne olduğu ve nasıl tam geliştirilebileceği. İnsan kişiliği burada psikolojik veya ahlaki mi, yoksa siyasal veya kültürel bir şey mi? Kendini gerçekleştirme ile ne kadar ilgili? Eğitim ve okullar tam bir kişilik gelişimi sağlıyor mu, yoksa asıl kişilik gelişimini sıkı disiplin, sert kural ve otoriter baskıcı pedagojik havasıyla öldürüyor mu? Ya da en azından gelişimine set mi çekiyor? Bu nedenle, insan kişiliği yerine “demokratik ve bilimsel kişilik” diyerek daha zengin bir içerik verilebilir bu maddeye. Öte yandan, okulların ve eğitim ortamlarının özgürlüklere saygıyı güçlendirmesi konusu önemli ve fakat çoğu devlette özgürlükler son derece göreceli olarak algılanmakta, çoğu durumda olağanüstü şartlar gerekçe gösterilerek yasaklanmaktadır. Bunların ne olduğu açıkça belirtilmeli ve hiçbir biçimde yasaklanamayacağı ileri sürülmelidir. Mesela çoğu otoriter okulların müfredatında barış eğitimi yoktur, çünkü barış bir tehlike olarak görülmektedir. Barış fiili bir durumdur, yasalarla güvence altına alınmalıdır ama barış, öncelikle pozitif bir değerdir ve okullarda çocuklara öğretilebilir. Maalesef barışı devlet düzeni için tehlike olarak gören ülkeler vardır. Oysa çatışmasızlık, hoşgörü, uzlaşma gibi nice değer ile şekillenen barış, çoğu zaman yoksul ve dezavantajlıların zararına işleyen savaş ortamlarının ortadan kaldırılmasında bir farkındalık yaratabilir. Savaşlar hep zenginlerin işine yaramaktadır, çünkü zenginler savaş vesilesiyle daha çok silah satmakta, savaş medyası daha çok yayın yapıp insanların zihinlerini militaristleştirmekte, savaş daha otoriter devlet düzenlerine yol açmakta, haliyle demokratik gelenek ve kurumlar zayıflamaktadır.
Üçüncü fıkra da şöyle: “3. Çocuklara verilecek eğitimin türünü seçmek, öncelikle ana ve babanın hakkıdır.”
Bu madde çok sorunlu. Çünkü anne-baba, yani ebeveyn her halükarda çocuğun yüksek yararının nerede yattığını bilmeyebilir. Sorunlu, cahil, demokrat olmayan, gelişmelerin gerisinde kalmış anne-babaların, çocuklarının nasıl, ne kadar ve hangi alanda eğitim alması konusunda işe yarar bir bakış açısı olmayabilir. Ama bugün dünyanın birçok ülkesinde hala çok sayıda çocuk, anne-babanın seçtiği okulda, istemedikleri, sevmedikleri alanda eğitim almakta, sonuçta da eğitimden istenilen verim alınamamaktadır. Burada maddeye bir şart konulmalı; tüm insiyatif ebeveyne bırakılmamalıdır. Çocuk da en az anne-babası kadar kendi seçimleri ve geleceğini (okul, meslek, iş, konut, şehir vs.) belirlemede hak sahibi olabilmelidir. Anne-baba otoritesi her zaman doğrunun, iyinin, güzelin peşinde olmayabilir. Çocuğun kendi insiyatifinin yanı sıra rehberlik hizmetleri de işe katılmalıdır.
Sonuç
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi çok uzun zaman önce kabul edildi. Ama dünya çok değişti. Yeni durumlarla karşı karşıyayız. Yeni gerçeklik var önümüzde. Artık insan hak ve özgürlükleri günümüz dünyasında daha çok vurgulanıyor. Demokrasi en önemli ihtiyaç. Eşitlik, adalet, özgürlük gibi değerlerin veya ilkelerin alanı daha da genişledi. Örneğin temiz hava artık ekmek-su gibi temel bir ihtiyaç haline geldi. Temel eğitimin parasız olması yetmiyor, artık çok pahalı hale gelen yüksek öğretim de parasız olmalıdır. İnsanlar çeşitli örgütler altında daha fazla örgütlenerek demokrasinin alanını genişletmeye çalışıyor. Ulus ve devletler arasında daha fazla barış, kardeşlik, eşitlik vs olabilmesi için bildirgelerin daha geniş bir perspektifte değerlendirilmesi şart.
[1] Doç. Dr. Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, Ankara, Türkiye. inalkemal@gmail.com