Prof. Dr. Stéphanie Hennette Vauchez
Paris Ünversitesi
Laiklik (Laïcité), Fransız hukuku ve siyasi düzeninin kurucu nitelikteki bir değeridir. Anayasa’nın 1. Maddesi bunu şöyle ifade eder: “Fransa bölünemez, seküler [Fransızca laïque (laik)], demokratik ve sosyal bir Cumhuriyet’tir. Yasa önünde, bütün yurttaşların köken, ırk ve din ayrımı olmaksızın eşit olduğunu temin eder. Tüm inançlara […] saygı duyar ». Laikliğin (laïcité) anayasal düzendeki bu önemli konumu tarihsel ve politik gerekçelerle bağlantılıdır. Tarih boyunca, din(ler) ile Devlet arasında arzulanan ilişkiye dair farklı kavrayışlar bir arada bulunmuş ve çatışma içerisinde olmuştur. Felsefi açıdan, dinin Aydınlanmaya kimi eklemlenme biçimleri hiç şüphesiz temelde olumsuzdu, çünkü din kolayca Aklın mücadele ettiği bir çeşit ‘bilmesinlercilik’ (obskürantizm) ile eşit tutulmuştu. Günümüzde Fransız cumhuriyetçi geleneği olarak görülen ekolün kurucu metinlerinde (1789 Bildirgesi’nden Kilise ve Devlet’in ayrılmasına ilişkin 1905 Anlaşması’na kadar) görüleceği gibi, sonuçta dini toleransa ilişkin şu anda geçerli olan daha liberal bir tercihtir (bununla ilgili olarak bkz: Valentine Zuber, Le culte des droits de l’Homme, Gallimard, 2014). Siyasi açıdan ise, farklı politik uygulamalar birbirini izlemiştir. Katoliklik, Protestanlık ve Museviliğe özel bir ayrıcalık tanıyan Napolyoncu concordat (Staatskirchenvertrag) feshedildiğinden, güçlü bir anti-klerikalizm geleneği kendini ortaya koymuş ve belirli Cumhuriyet görüşlerinde yer almaya devam etmişti. Sonuç olarak bu farklı kavrayışlar, oldukça kararlı ve uzun ömürlü bir yasal düzenleme olduğunu kanıtlayan ve kiliselerle Devlet arasındaki ilişkiyi (aslında ayrımı) halen düzenlemekte olan 9 Aralık 1905 yasasında harmanlanmıştır.
9 Aralık 1905 yasası genellikle Fransız laikliğinin üzerine inşa edildiği temel olarak tanımlanır. Tam olarak bu kelimeyi kullanmasa da 1905 Anlaşması laikliğin (laïcité) iki ana ayak üzerinde duran yasal bir rejim olarak tanımlar: 1°) bireylerin inanç ve din özgürlüğü hakkının tanınması 2°) Devlet ve devlet makamlarının dini açıdan tarafsız olma zorunluluğu. 20. yüzyılın büyük bir bölümünde hukuki, siyasi ve dini aktörler aslen bu yasal rejime başvurmuştur. Bu durum 20. yüzyılın ikinci yarısında, 1905 yasasının hukuki yorumları şeklini almıştır, çünkü yasa bir yandan (radikal laiklik savunucularının yasanın en çok hedef aldığını düşündüğü, dönemin baskın Katolik dini de dahil) dinlerin kamusal/toplumsal tezahürleriyle uyumlu iken, diğer yandan (herhangi bir dinin herhangi bir biçimde kamusal fonlarla desteklenmesini dışlayacak ve görev başındaki memurların dini inançlarını ifade etmelerini engelleyecek şekilde) devlet makamlarının dini açıdan kesin surette tarafsızlığını gerektirmektedir.
Ardından 20. yüzyılda, 1980’lerin sonunda laikliğe ilişkin gerilimler başörtüsü takan Müslüman kadın öğrencilere odaklanmaya başladığında, hakimler ve idari makamlar okul öğrencilerinin okulda dini inançlarını ifade etme hakkını da içeren inanç özgürlüğü hakkına sahip olduğu nosyonunu yeniden doğruladılar. Gerçekten de yüksek mahkemelerden çeşitli yargı kararları, derslere katılım (Cumartesi ve hatta Sebt günleri sistematik devamsızlığın uygun görülmemesi) ve güvenlik kurallarına (ör. kimya veya beden derslerinde başörtüsü takılmasına dair yasaklar haklı olarak değerlendirilebilir) ilişkin uygunsuz dini muafiyet iddiaları okul düzenini tehdit etmediği sürece, öğrencilerin dini inançlarını ifade etmesi sonucunda laikliğin zarar görmeyeceğini açıkça belirtmiştir.
Ancak, şu ana kadar ve son on yıldır laiklik konseptinin tam anlamı, bir dizi politik ve yasal seferberliklerin sonucunda önemli değişiklikler geçirdi. Laiklik gittikçe, din özgürlüğünün temellerinden biri olmaktan, tek başına resmi makamlar üzerinde bir etkisi olmayıp aynı zamanda tekil bireyler üzerinde de etkisi olan, genelleşmiş bir dini tarafsızlık zorunluluğuna dair yasal zemin olmaya doğru kaymaktadır (Stéphanie Hennette Vauchez, Vincent Valentin, L’affaire Baby Loup ou la Nouvelle Laïcité, LGDJ, 2014).
Bu yeniden tanımlama doğrultusundaki ilk adım muhtemelen, 2004’te kamu okullarında dini kıyafetlerin giyilmesini yasaklayan yasanın uygulanması olmuştur. Dine ilişkin yasal düzenlemelerin tarihinde ilk kez, bu Yasa açıkça laiklik nosyonunun, tekil bireylerin dini tarafsızlığına hükmedebileceğini ifade etmiştir. Bu yeniliği takiben, bu gibi bir kapsam genişlemesinin başka örnekleri de çoğalmıştır. Yerel düzeyde bazı okullar öğrenciler dini inançlarını ifade edemediği için ailelerinin de okul faaliyetlerinde katıldıklarında (örneğin, müze ya da tiyatro gezisinde bir sınıfa eşlik ederek öğretmene yardım ederken) bunu yansıtmamaları gerektiğini tartışmaya açmış ve bu uygulama yerel hakimler tarafından onaylanmıştır. Ayrıca, işyerindeki dini tarafsızlık da yoğun tartışmalara konu olmuştur. Şimdiye kadar, iş yasası alanındaki ayrımcılık karşıtı ilkelerin uygulanması, çalışanların dini özgürlükleri yalnızca, ‘bu gibi bir kısıtlama söz konusu işin özellikleri nedeniyle zorunlu olduğunda kısıtlanabilir’ ilkesine öncülük etmişti. Örneğin, bir mağaza satış elemanının tümüyle kapalı örtü/peçe takmasının yasaklanması ya da kasapta çalışan elemanın birdenbire domuz etini işlemeyi reddetmesi üzerine işten çıkarılması doğru görülmüştü. Öte yandan, işverenlerin dini özgürlüğe dair genel politikaları uyarlamasına ve dini inançların ifade edilmesine dair kesinlikle genel olmayan yasaklar koymasına izin verilmemişti. Fakat yakın zamanda olan ve çokça tartışılan bir dava (Baby Loup davası), işyerindeki bu geleneksel laiklik anlayışında kaymalara neden oldu. Dava, bir çocuk bakım merkezinde çalışan bir kadının, işvereninin yeni dini tarafsızlık politikasına uyum göstermeyi reddetmesi üzerine işten çıkarılmasıyla başlamıştı. Bayan Afif merkezin bir çalışanıydı ve aynı zamanda on yıldır genel müdür yardımcılığı görevini yürütüyordu, fakat çocuklarına bakmak üzere hamilelik ve doğum izni nedeniyle birkaç yıldır çalışmaya ara vermişti. Afif işine döndükten sonra başörtüsünü çıkarmayı reddetti; yönetimle tansiyon yükseldi ve sonunda işten çıkarıldı. 2010’da Fransa Eşitlik Kurumu tümüyle dini temelli olduğu için işten çıkarılmasının ayrımcılık olduğuna hükmetti. Bu nedenle de Afif hukuki tazminat için başvuruda bulunmaya karar verdi ve davasını mahkemeye taşıdı. Yüksek mahkeme tarafından iki kez kesintiye uğrayan ve medyanın oldukça ilgisini çeken dava süreci beş yıllık bir hukuki destana dönüştü. En sonunda Afif’in işten çıkarılması, tesisin dini tarafsızlığa ilişkin iç kuralını, ancak kuruluşun küçük ölçekli olmasından ötürü yasal olarak değerlendiren, oldukça vaka temelli (kazuistik) bir kararla sonuçlandırıldı. Bu kararın çalışanların genel dini tarafsızlığında daha geniş kısıtlamalara ilişkin gerçekten yeni bir yasal zemin oluşturup oluşturmadığı net olmasa da, Baby Loup davasının kendisi, hiç şüphesiz, işyerinde dini özgürlüğe dair kısıtlamaların meşruiyeti hakkındaki geniş tartışmaları açığa çıkardı.
Ayrıca çeşitli yardımcı organlar bunun laikliğin haksız şekilde genişletildiği (ve aslında yeniden tanımlandığı) bir karar olabileceğine ilişkin kaygılarını dile getirse de, bu yöndeki ana akım medya söylemi, kamuoyu yoklamaları ve yanı sıra yasa teklifleri geniş yer bulmuştur. Bunu başaramasalar da, genel olarak veya özellikle bazı sektörlerde (örneğin çocuk bakım merkezlerinde) ya da resmi spor müsabakaları sırasında, şirketlerin ve işverenlerin işyerinde çalışanlarına dini tarafsızlığı şart koşmasına imkan vermeyi amaçlayan çeşitli kanun teklifleri Parlamento’ya sunuldu. Benzer şekilde, başka bir taslakta da yüksek öğretimin dini tarafsızlık kuralına göre düzenlenmesi gerektiği tartışması yürütüldü. Ve tabi ki, tüm bu teklifler radikal Müslüman inancın peçe giyerek ifade edilmesini yasaklayan 2010 tarihli Yasa çerçevesinde kavranmalıdır (Yasa hem Fransa’daki Anayasa mahkemesi hem de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından uygun görülmüştür).
Şüphesiz Fransa, çoğulculuğun gittikçe görünür hale gelen dışavurumlarının dini ifadeler biçiminde açığa çıkmasından dolayı kaygı taşıyan tek ülke değil ve her yerde olduğu gibi Fransa’da da bu kaygı özellikle Müslümanlık inancının dışavurumuyla ilgili görünüyor. İsviçre minareleri yasaklamak üzere referanduma gitti; Birleşik Krallık çok kültürlülük geleneğini sorguluyor ve burka yasağının gerekli ve tam zamanı olduğunu düşünen bir diğer ülke de Belçika’dır.
Ancak, dini tarafsızlığa ilişkin zorunlulukların rutin hale getirilmesi bir dizi soruyu da gündeme getiriyor. Teorik bir perspektiften bakıldığında, bu durum (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9. maddesine istinaden bir kişinin dini inançlarını hem özel hem de kamusal alanda ifade etme hakkını da içeren) din özgürlüğünü ve bizatihi özgürlüğü tehlikeye sokuyor, çünkü bir dizi cumhuriyetçi kural ve değere saygı duyma zorunluluğu bunlara bağlı olma yükümlülüğüne dönüşüyor gibi görünüyor. Daha ampirik bir perspektiften bakıldığında ise, eşitlik konsepti ile ayrımcılık karşıtı konsept uyarınca da eleştirilebilir. Elbette Fransa’da laikliğin yeni çağdaş tanımları teknik anlamda ve potansiyel olarak tüm dinleri konu etmektedir, gerçekten de yakın zamanda, kamusal alanda dışavurumlarının meşruluğunu sorgulamak üzere çeşitli itiraflara neden olmuşlardır. İlginçtir ki, BM İnsan Hakları Komitesi’nin dini özgürlük üzerinde orantısız bir baskıya neden olan, okullardaki 2004 tarihli dini kıyafet yasağına ilişkin son bulgusu, Sih bir okul öğrencisi tarafından yapılan şikayetin sonucudur. Ancak esas itibariyle laikliğe karşı olanlar Müslüman bireyler ile bunlar arasında da çoğunlukla Müslüman kadınladır. Dolayısıyla, laikliğe dair bu gibi yeni tanımların ayrımcı etkileri hakkında ciddi sorular mevcuttur.
İslam’ı referans olarak gösteren politik terör (Ocak 2015’te Paris’te ve ayrıca Boko Haram, İŞİD ya da saldırı düzenleyen benzeri örgütlerin olduğu bölgeler de dahil) dünya çapında yayıldığından, demokrasiler açısından ayrımları korumak ve esasen politik şiddetle dini özgürlüğe ilişkin ılımlı talepler arasındaki katıksız farkı yeniden doğrulamak oldukça önemli. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bunu ifade ettiği gibi, din özgürlüğünü savunmak yalnızca inananlar ve aynı şekilde inanmayanlar için önem teşkil etmez; demokrasilerin kendisi için de zorunlu bir özgürlüktür: “düşünce, vicdan ve din özgürlüğü Konvansiyon’un anlamı dahilinde ‘demokratik bir toplumun’ temellerinden biridir. Dini boyutuna bakıldığında, inananların kimliğini ve yaşam anlayışını düzenleyecek en hayati öğelerden biridir, ama aynı zamanda ateistler, agnostikler, septikler ve kayıtsız kimseler için de kıymetli bir değerdir. Çoğulculuk, yüzyıllar boyu bedeller sonucunda kazanılmış demokratik toplumdan ayrılamaz, buna bağlıdır» (AİHM, 25 Mayıs 1993, Kokkinakis / Yunanistan davası).