Prof. Dr. Ernst Apeltauer
Flensburg Üniversitesi
Ben bir Almanım: Grimm masalları ve Elvis Presley, Karl May ve General Eisenhower, Wagner ve James Dean ile büyüdüm.
Botho Strauss, Herkunft 2014, 66
Giriş
Kültürlerarası iletişim farklı kültürlerden insanların birbiriyle buluşmalarını tanımlar. Kültür denilince burada doğrudan ya da dolaysız olabilen yaşam biçimlerine atıfta bulunulmaktadır. Gelenekler, değerler, normlar, otomatikleşmiş düşünüş (örneğin önyargılar) ve ritüeller. Bazı kültürlerde duygular yüz ifadesi ve el kol hareketleriyle desteklenir (örneğin İtalya’da), bazıların da ise yüz ifadesi ve el kol hareketleri daha ihtiyatlı kullanılır (örneğin İskoçya’da). Birşeyi nasıl algıladığımız ve ifade ettiğimiz, kültürümüze özgü programlanmışlığımızın etkisi altındadır. Salt algılar değil, beklentiler, değerlendirme ve çıkarsamalar ve de günlük davranışlarımız, toplumsallaşma sürecinde geliştirdiğimiz alışkanlıkların etkisi altındadır.
Ancak kültürler homojen, durağan yapılar değildir. Her kültürün kendi çeşitleri vardır, Cees Noteboom’un bir zamanlar söylediği isabetli sözle, onlar “eşzamanlı eşzamansızlıklardır”. Büyük kentlerde artık rastlanmayan yaşam biçimlerini ya da tutumları 50 kilometre uzakta (küçük kent ya da köylerde) bulmak mümkün olabilir. Örneğin geçen yüzyılın 70’li yıllarında, çiftlerin büyük Alman kentlerinde evlilik cüzdanı olmadan birlikte yaşamaları olağan bir durumdu. Küçük kentlerde ve köylerde ise aynı dönemde, saat 22:00’den sonra eve kadın ya da erkek ziyaretçi alınmasının yasak olduğu kiracılara anımsatılıyordu. Kısacası: Zamana ve mekana, referans alınan gruba ya da katmana göre, bir kültürün farklı biçimlerine rastlanabilmektedir. Bu biçimler güncel etkileşimler aracılığıyla ek olarak değiştirilebilmektedir, zira yeni araştırma sonuçları böyle değişimler olduğunu ortaya koymaktadır. Buna göre kültürel aidiyet her zaman verili bir olgu gibi görülemez. Kültürel aidiyet de güncellemelerle ve yeniden müzakere edilerek değiştirilebilir. Alman çocuklar (anadilleri Almanca olanlar) ile göçmen çocukları (Almancaları ikinci ya da üçüncü dil olanlar) derslerde çoğu kez birbirinden farklı olmayacaktır. Anlaşmazlık durumlarında ise önceleri üzeri örtülmüş ya da gözardı edilmiş hendekler bir anada günyüzüne çıkabilir. Böyle anlarda duruma özgü karışık kültürel biçimler oluşabilir. Kısacası: Kültür homojen, belirgin sınırlara sahip bir görüngü değildir, aksine her gün değişen ve buna rağmen, aynı zamanda öğrenilmiş ritüeller ve alışkanlıklar üzerinden algımızı, duyumsamamızı (örneğin utanma), düşünüşümüzü (örneğin basmakalıplar) ve de beklentilerimizi ve günlük davranışımızı etkileyen çok şekilli, titreşimli bir durumdur. Bir toplumun çok şekilliliği arttıkça, farklı kültürlere ait yeni üyeler çoğaldıkça ve bunlar bir kültürün ve toplumun gelişmesine ve değişmesine katkılarını sundukça, her bireyin yöneldiği kültürel gerçekliklerin ve referans grupların da çeşitliliği artar. Verdovec’in “Superdiversity” (süper farklılık) olarak adlandırdığı durum ortaya çıkıyor. Günümüzde her kim Berlin, Paris, Londra ya da İstanbul’un kent merkezlerinde dolaşsa, bu süper farklılığı artık gözden kaçıramaz. Buna karşın yakın çevrelerdeki küçük kent ya da köylerde, burada yaşayan nüfus tarafından belki de hala “normal” olarak görülen eski (homojen) biçimlerle karşılaşılır ve büyük kentlerdeki melez biçimler bu insanlar tarafından sıkça tehlike olarak duyumsanır.
Kültürlerarası iletişim kavramının yanı sıra bir de cross cultural communication kavramı vardır. Bu akımın temsilcileri iş görüşmeleri ve bu görüşmelerin seçili kültürlerde nasıl gerçekleştiği gibi konuları ele almaktalar. Akabinde bu tarz betimlemelerden sonraki süreçler için öneriler çıkarsanmaktadır. Cross cultural communication özellikle business communication (ticari iletişim) alanında kullanılıyor. Pedagojide ya da öğretmen eğitiminde kültürlerarası iletişimden, bir diğer ifadeyle “meslek eğitiminin bir hedefi olarak kültürlerarası yeterlik”ten söz edilmektedir. Bunlardan birinde kesişenler (cross), diğerinde daha çok karşıtlıklar (inter) vurgulanmaktadır. “Dili iyi bilmek” ve de “yabancı kültürün sözel olmayan iletişim biçimlerine etken ve edilgen bir şekilde egemen olmak” kültürlerarası yeterliğin (ve meslek eğitimi hedeflerinin) özellikleri olarak görülmektedir (Eppenstein 2007, 31). Bu tür meslek eğitimi hedeflerini formüle etmek onları gerçekleştirmekten daha kolaydır. Kim kendisinin Almanya’da veya Türkiye’de karşılaşılan ve sözel olmayan iletişimin tüm biçimlerine “etken ve edilgen” olarak egemen olduğunu iddia edebilir? Kültürler ne homojen ne de durağan yapılar olmadıklarından şu soruyu sormak gerekir: Tüm bölgelerin tüm biçimleri mi? En geç bu noktada Eppenstein’ın formülasyonunun sonuna kadar düşünülmemiş bir formülasyon olduğu açığa çıkmış olsa gerek.
Sözel ve sözel olmayan iletişim
İnsanlar tipik olarak konuştukları anlarda el kol hareketi yapar,
sustuklarında değil.
Marianne Gullberg
Dil aslında kültür sınırlarını da aşan boyutuyla iletişimin en önemli aracıdır. Ancak uzmanlar “yüz yüze iletişimin” (face to face communication) %70-%80’inin sözel olmayan (görsel, işitsel, dokunsal ve/ya da kokusal) kanallar üzerinden gerçekleştiğinden ve de sözel ve sözel olmayan mesajların çelişkili olduğu kuşkulu durumlarda, sözel olmayan mesajlara daha fazla değer verildiğinden hareket etmekteler.
Bir görüşmede, karşı tarafın bir şeyi hiç ya da pek anlamadığı durumlarda, ya ona bir soru sorulur ya da açıklamalar özetlenir ve böylece karşı taraf dolaylı olarak özeti onaylamaya ya da düzeltmeye çağrılır. Ancak her iki yöntem iletişim akışını keseceğinden, çoğu durumda dikkatler sözel alandan sözel olmayan alana aktarılır, örneğin bir şey söyleyen sesin kendisine ya da el kol hareketlerine. Bazen bu aktarımlar karşı tarafın duyduğumuz açıklamalarını daha iyi anlayabilmemize yardımcı olur. Ama sözel ve sözel olmayan mesajlar örtüşmediğinde dinleyicide belirsizlikler doğabilir ve bu etkileşimin devam etmesini zorlaştırabilir.
Kültürleriçi (intrakulturell) iletişim için geçerli olan (bir diğer ifadeyle kültürel ya da alt kültürel bir grubun üyeleri arasındaki iletişim), daha geniş ölçüde kültürlerarası iletişim için geçerlidir, çünkü diller, iletişim ve etkileşim biçimleri farklılık göstermektedir ve bu nedenle de daha fazla karışıklık ve yanlış anlaşılmalar doğabilir. Örneğin sözel alanı ele alalım. Birisinin hasta olduğunu düşünelim. Almanya’da gute Besserung denir. Türkiye’de bunun karşılığı geçmiş olsun. Ama Türkiye’de büyümüş herkesin bildiği gibi hastalık atlatıldıktan sonra da tekrar bir geçmiş olsun denmesi gerekir. Denmedi mi bu bir nezaketsizlik olarak görülür. Bir yabancı (Alman) bunu öğrendiği halde, henüz alışkanlık edinemediğinden unutabilir. Dilsel formül tekrarlandığında zamanla alışkanlığa dönüşür ve bir ritüelin parçası olur.
Bu nedenle yurtdışı seyahatlere hazırlanırken ifade ve davranış biçimlerinin bilincine varılması ve yalıtık halde öğretilmesi yeterli değildir. Kültürler arasında hangi farkların olduğunu bilmek yetmez. Bu bağlamlarda nasıl hareket edilmesi gerektiği ve söz konusu bağlamlarda iletişimi sağlamanın salt yabancı dil ile (veya “kırık İngilizce” gibi yedekteki bir dil ile) değil, aksine dile eşlik eden, iyi ölçülüp biçilmiş yüz ifadeleri, el kol hareketleri ve duruş yardımıyla da gerçekleştiği öğrenilmek zorunda. Yabancı dil dersi genelde dilsel ifade becerilerine, sözcük dağarcığı ve dilbilgisine yoğunlaşır ve anlatımın daha isabetli yorumlanması (ya da ayarlanması) için iletişimde çoğu kez büyük bir öneme sahip sözel olmayan görünümleri ihmal eder.
Jestler ve Belirtkeler
Sözel olmayan iletişimde üç ayrı alan vardır: 1. Sembolik ve 2. Konuşmaya eşlik eden jestler alanı ve de 3. Belirtkeler.
1. Sembolik Jestler
Sembolik işaretler denildiğinde (belirtke olarak da adlandırılmaktadırlar) uzlaşımsal anlamlar taşıyan ve hedefe yönelik (amaçlı) olarak kullanılan jestler kastedilmektedir. Örneğin halka jesti (başparmak ve işaret parmağı bir halka oluşturur, diğer parmaklar gerili haldedir) Orta Avrupa’da birşeyin olumlu değerlendirildiğini göstermek için yapılan bir işarettir. Almanya’da bir öğretmen öğrencisine şunu söyleyebilir. Çok iyi. Bu ifadeyi sözü edilen işaret ile destekleyebilir ya da salt bu işareti kullanabilir. Öğrenciler onu anlayacaktır. Dünyanın başka bölgelerinde aynı işaret tamam demektir ya da sıfır veya değersiz anlamına gelir. İşaret Türkiye’de müstehcen bir işaret olarak yorumlanmakta (Bkz. Morris özellikle 1980, 99. sayfa ve akabindekiler). Türkiye ya da Yunanistan’da bir şeyin iyi ya da mükemmel olduğunu göstermek için tüm parmakları birleştirerek ve parmaklar yukarı gösterecek şekilde bir el hareketi yapılır. Aynı işaret İtalya’nın güneyinde soru sormak için (örneğin birinin kendini nasıl hissettiğini) kullanılır. Fransa’nın kuzeybatısında ise işaret korku duyulduğunu anlatır (Bkz. Morris özellikle 1980, 43. sayfa ve akabindekiler)
Demek ki bu tarz jestler (bir diğer ifadeyle amblemler) uzlaşmalı anlamlar taşır ve dilsel ifadelerin yerini alabilir. Ama bu jestler – bölgeye göre – çok farklı yorumlanmaktadır. Ancak belirtkesel jestler sözcük gibi öğrenilebilir, böylece bu alandaki yanlış anlaşılmalar da azaltılabilir.
2. Konuşmaya Eşlik Eden Jestler
2.1. Konuşucunun konuşmasına eşlik eden jestler
Konuşucunun anlatımlarına paralel ve zaman zaman bu anlatımların öncesinde ya da sonrasında üretilen jestler, konuşmaya eşlik eden jestlerdir. Bu jestler kültürel nitelikte yeni bir biçime büründürülmüş olabilir, ayrıca uzlaşımsal da olmayabilir. Örneğin el kol hareketi yapan İtalyanlarda, birleştirilen parmakların konuşma ritmine göre açılması dikkat çekmektedir. Ya da Almanya’da artan oranda rastlanan, yumruğun ve bu yumruktan ayrılan başparmak ve serçe parmağın omuz, yüz ya da kulak hizasında tutularak, “telefonlaşırız” ya da “iletişimde kalırız” veya “böyle birşey duydum” anlamı taşıyan bir jest örnek gösterilebilir.
Konuşmaya eşlik eden jestler çoğu kez sözel ifadeler gibi aynı (ya da benzer) anlamları aktarır. Ama jest ve tonlamalarla (örneğin mekânsal ya da zamansal ilişkiler üzerine) ek bilgi verildiği durumlara da rastlanır ya da sözel mesajlardan sapan bilgiler vardır (örneğin alaysılama sinyalleri). Son olarak ifadeleri sınıflandırarak, dinleyiciye bunların anlaşılmasını kolaylaştırabilen ritimli jestler de vardır (örneğin el hareketleri; başını aşağı yukarı sallamak da benzer bir işlevi yerine getirebilir).
Kekemeler bir tutukluğu jestlerle aştığında (örneğin elle yapılan ritimli bir jest ya da ayağıyla yere vurmak) ya da bir tutukluk aşılamadığı için jest yapma ve konuşma kesildiğinde, insana özgü iletişim için jestlerin temel bir önemi olduğunu açıkça görmek olanaklıdır. Nörobilişsel araştırma sonuçları beynin konuşmayı ve jest yapmayı aynı tarzda işleme tabi tuttuğu ve konuşma ile jest yapmanın bilişsel-kavramsal düzlemde bir arada tasarlandığı ihtimalini güçlendiriyor.
Karşılaştırmalı araştırmalar Fransa, Hollanda ve İsveç’te jestlerle daha çok hareketlere (bir diğer ifadeyle eylemlere), Japonya’da ise adsal ifadelere göndermede bulunulduğunu göstermiştir. Kısacası: “Farklı dilleri konuşanların kısmen dilsel nedenlerle farklı jest repertuarları vardır.” (Gullberg 2008, 283).
2.2. Konuşmaya eşlik eden dinleyici jestleri
Konuşmaya eşlik eden jestler dinleyiciler tarafından da, örneğin geribildirimde bulunmak için (feedback) kullanılmaktadır. Öyleyse ister onay vermek için başını sallamak ya da başını bir omuzdan diğerine hareket ettirmek (Hindistan’da olduğu gibi), ister birşeyler anlaşılmadığında örneğin hm sesini çıkarmak (Alman kültür çevrelerinde bu ses artan bir tonlamayla çıkarılır) ya da kaşların yukarı hareketi veya belki de başın ense doğrultusunda kaldırılması (Türk kültür çevresinde olduğu gibi) olsun, geribildirimde bulunmak için yapılan hareketler söz konusu kültüre ve bölgeye göre değişir. Ve geribildirim biçimleri de olağanüstü boyutta otomatikleşmiş olduğundan, stres ya da yorgunluk durumlarında bu geribildirimler farklı kültürden insanların belki de dikkatlerinden kaçabilir ya da yanlış yorumlanabilir.
3. Belirtkeler ve Davranışlar
Jestler kolayca göze çarparken ve video çekimlerinde görüntüleri dondurulabilirken, tonlama, ritim ve diğer “belirtkelerin” (örneğin duruş, bedensel uzaklık, göz teması ve buna benzer birçok şey) kavranması ve betimlenmesi daha zordur. Ve buna rağmen bu tarz belirtkeler, bir konuşma sırasında dinleyenin ruh haline (bir başka deyişle durumuna) ilişkin, onun anlatımlarını yorumlamakta önemli olan, örneğin “ciddi” ya da “ciddi olmadıklarıyla” ve hatta “bir yanıltma girişimi” olarak sınıflandırılıp sınıflandırılmayacaklarıyla ilgili ipuçları verebilir. Belirtkeler genellikle istençli olarak etkileyemediğimiz görüngüleri de içerirler, kazanılan bir sınav sonrası derin bir nefes almak ya da utancından yüzü kızarmak veya heyecan ya da kararsızlık nedeniyle artarak telaşlı el kol hareketleri yapmak bu görüngüler için birer örnektir.
Bu bağlantıları göz teması örneğiyle açımlayalım. Almanya’da çocuklar konuştukları kişinin gözlerine bakmaya alıştırılır, özellikle de çocuğun gerçeği söylemediği izlenimi doğduğu zaman gözlere bakması istenir. Dolayısıyla bir çocuk güvenilirliğini arttırmak için birisinin gözlerine bakmayı öğrenir. Bu nedenle de çocuk gelecekte de yetişkin olduğu zaman bu şekilde davranacaktır.
Geleneksel (kırsal) Türk toplumunda göz teması farklı düzenlenmiştir. Yaşlı insanlar karşısında yere bakmak gerekir ve bir erkek yabancı bir kadına selam verdiğinde gözlerine bakmamalıdır. Türkiye ve Almanya’dan bu şekilde yetiştirilmiş insanlar birbiriyle karşılaştığında nelerin olacağını tasarlamak zor değil. Biri diğerinin gözlerine bakmaya çalışır, diğeri gözlerini kaçırmakla meşguldür. Her ikisinde de diğerinin davranışı kafa karışıklığı yaratacaktır.
Almanya’da bir kadın üniversite öğrencisinin Türkiye’deki ikameti için hazırlık kursuna gittiğini ve bu kursta göz temasını kontrollü kullanmayı ve böylece bu teması diğer kültürel kurallara uyarlamayı öğrendiğinden hareket edelim. Konuştuğu bir Türk erkeği bunu muhtemelen olumlu görecektir. Ancak göz teması son derece otomatikleşmiş olduğundan, öğrencinin bakışları zaman zaman tekrar bağımsızlaşarak kendiliğinden gerçekleşecektir. Ve özellikle göz temasının bu doğru ve hatalı kullanımı arasındaki gelgitler ilgili kişide kafa karışıklığına neden olacaktır. Dolayısıyla hazırlık amaçlı kültürlerarası alıştırmalar sonuçta kafa karışıklığını azaltmak yerine onu arttırmış olur. Bu karmaşayı aşmanın önkoşulu değişkenlik gösteren göz temasının bilinçli olarak algılanması ve konu edilmesidir ve ilgili kişinin (bu durumda öğrencinin) “olayı aydınlatmak amacıyla konuşmaya” yanaşmasına ve diğer tarafın kendisine “asıldığını” düşünerek konuşmayı reddetmemesine bağlıdır.
Daha çok kurala bağlı olan bu davranışın yanı sıra kendiliğinden, duyguların kontrolünde gerçekleşen göz teması da vardır, flört bunun bir örneğidir. Araştırmalarda böylesi bir davranışın kültüre özgü bir davranış olmadığından (ya da pek az ilgisi olduğundan) ve bu nedenle de onunla kültürel sınırların daha kolay aşılabildiğinden hareket edilmektedir. Ekman gerçekten de Yeni Gine yerlilerinin ABD vatandaşlarının yüzünü, onların Yeni Ginelilerin yüzünü okumaktan daha iyi “okuduklarını” göstermiştir (bkz. Ekman). Başka araştırmalar Japonların Avrupalıların yüzünü, onların Japonların yüzünü okumaktan daha iyi “okuduklarını” göstermiştir (bkz. Argyle 1979, 80. sayfa ve akabindekiler). Belki de bunun Japon kültüründe jest ve yüz ifadesinin Avrupa kültür çevrelerinde olduğundan daha büyük bir önem taşımasıyla bir ilgisi vardır. Her halükârda kültür sınırlarının ötesine geçerek daha kolay yorumlanabilen ve de sınıflandırılması zor sözel olmayan alanlar olduğu görülüyor.
Günümüzde bu tür görüngüler ve bağlantılar genelde kültürlerarası iletişim kurslarında konu edilmektedir ve bu alıştırma kurslarına katılanların etkileşim alıştırmalarıyla “farklı programlanmasına” çalışılmaktadır. Böylesi “hazırlık kurslarının” uygulamada uzun vadeli etkisi üzerine yeterince bilgi yok. Çoğu durumda yalnızca kısa vadeli etkiler ölçülmektedir (bu, etkinliğin sonunda ortaya çıkan değişikliklerin ölçülmesi demektir). Bu şekilde “kültürel programlamanın” ancak yüzeyine dokunulmuş olur.
Kültürel programlamanın içimize ne denli nüfuz ettiğini vücut ritmi göstermektedir. Çocukların henüz doğumdan önce ve özellikle de yaşamın ilk yılı süresince annenin dil ve vücut ritmini üstlendiklerini bugün biliyoruz. Bir anne çocuğuyla ilgilendiğinde, örneğin bezini değiştirdiğinde onunla konuşur ve belirli bir ritimle hareket eder. Video çekimleri yardımıyla küçük çocukların kendiliğinden gerçekleşen ve koordinasyonsuz hareketlerini zamanla bu “yaşanmış örnek” ritme uyarladığı, dolayısıyla hareketlerini bakıcı konumundaki kişinin ritimleriyle senkronize ettikleri kanıtlanabilmiştir. Bunun paralelinde tipik dil ritmi ve tipik dil melodisi de edinilmektedir.
Böylesi programlamaların ne denli etkili olduğuna aşağıdaki anekdot açıklık kazandıracak. Almanya’da bir sünnet düğününde bir orkestra müzik çalıyor. Dansa ara verildiğinde birkaç Türk çocuk aceleyle sahneye çıkıp dans etmeye başlıyor. Aşağı yukarı aynı yaşta bir Alman kız da sahneye çıkıyor. Ama müziğin nedense farklı çaldığını ve hareketlerinin diğer çocukların hareketleriyle uyumlu olmadığını hemen farkediyor. Hareketleri yavaşlıyor ve sonunda duruyor, diğer çocuklara bakıyor ve üzülerek yerine geçiyor. Vücut ritmi bu “yabancı” müziğe ve bu “yabancı” ritme uyum sağlayamamıştı.
Vücut ritmini istedikleri gibi değiştirebildiklerini iddia eden “kültürlerarasılık uzmanları var (örneğin Agar). Üniversite öğrencileriyle yurtdışı ziyaretlerimizde yaptığımız uzun süreli kendi gözlemlerimiz ve deneyimlerimiz sonucunda, vücut ritmimizin (göz teması ya da bedensel uzaklıkta olduğu gibi) derin bir programlamadan geçtiğine ve bu nedenle de değiştirilmesinin zor olduğuna inanıyorum. Gerçi kısa süre için davranışımızı bilinçli olarak kontrol edebilir ve böylece belki de kendi vücut ritmimizi değiştirebiliriz. Uzun vadede ise genellikle “alışılmış otomatizmler” baskın gelecektir ya da olsa olsa yukarıda Alman üniversite öğrencisinin göz temasıyla bağlantılı olarak açıklanan değişken bir davranış oluşacaktır.
Bütün bunlardan ne öğrenebiliriz? İnsanlarla (salt farklı oldukları görülebilen diğer etnik gruplardan ya da kültürlerden değil, aksine giderek farklılaşan kendi kültürümüzden) karşılaşmalarımız ve konuşmalarımızda kafa karışıklıklarıyla yaşamayı öğrenmeli, sabırlı olmalı ve hoşgörülülüğümüzü geliştirmeliyiz. Bu bize bir “süper farklılık” toplumunda, bizi strese sokan ve gereksiz yere anlaşmamızı zorlaştıran alarm sirenleri henüz kafalarımızda (ya da kalplerimizde) çalmadan, birbirimizle anlaşmamıza yardımcı olabilir.
Kaynak
Argyle, Michael 19792: The Psychology of Interpersonal Behavior; Harmondsworth: Penguin
Apeltauer, Ernst 1995: Nonverbale Aspekte interkultureller Kommunikation. In: Rosenbusch,
Heinz, S./ Schober, Otto Hrsg.: Körpersprache in der schulischen Erziehung;
Baltmannsweiler: Schneider, 100 – 166.
Eckman, Paul 2012: Gefühle lesen, Wie Sie Emotionen erkennen und richtig interpretieren;
Heidelberg: Spektrum
Eppenstein, Thomas 2007: Interkulturelle Kompetenz – Zumutung oder Zauberformel?
In: Zacharaki, Ionna/ Eppenstein, Thomas/Krummacher, Michael Hrsg. 2007:
Praxishandbuch Interkulturelle Kompetenz vermitteln, vertiefen, umsetzen; Schwalbach/Ts:
Wochenschau Verlag, S. 29 – 43.
Gullberg, Marianne 2008: Gestures and Second Language Acquisition. In: Robinson, Peter/
Ellis, Nick eds.: Handbook of Cognitive Linguistics and Second Langauge Acquisition;
New York, London: Routledge, 276 – 306.
Morris, Desmond/Collett, Peter/ Marsh, Peter/ O´Shaughnessy, Marie 1980: Gestures; New
York: Stein & Day