Donald Trump’ın gerek genel siyasi davranış biçimi gerekse ikinci kez başkanlığa başlamasından itibaren aldığı birçok ekonomik ve siyasi karardan hareketle, yönetim tarzı diplomatik dille “bireysel ve öngörülemez”, daha sert söylemle “saçma ve delilik” olarak değerlendirilir. Bu değerlendirme tamamen yanlış değilse de eksik kalmaktadır. Zira Trump’ın davranışlarının arkasında, görünenin aksine daha sistematik ve derin felsefi bir bakış açısı ve ideolojik bir model yatmaktadır.
Trump, geleneksel siyasi kuralları ve kurumsal yapıların istikrarını reddederek, karar alma süreçlerinde kişisel sezgiye, sadakat ilişkilerine ve doğrudan icraya dayalı bir modeli bilinçli şekilde uygulamaktadır. Ana karakterleriyle bu model, etkinliği ve sonuç odaklılığı önceleyen, devletin kurumsal işleyişini bir şirketin yönetim anlayışına indirgemeye çalışan bir düşünsel zeminden beslenmektedir. Bu yüzden Trump’ın birçok ülkeye yönelik gümrük tarifelerini büyük bir gürültüyle duyurmasını onun şahsi bir takıntısının ötesinde, dünyaya dair çatışmacı vizyonuyla, devletin uluslararası ticarette güç göstermesi gerektiği anlayışıyla ve her şeyden önce de liderin iş yapma becerisi ve verimliliği üzerine kurulu bir devlet-yönetme öğretisi gibi temel düşünsel kavramlar üzerinden anlamaya çalışmalıyız.
Trump’ın düşünsel yönelimlerini ve eylemlerini şekillendiren başlıca kavramsal çerçeveler nelerdir? Bu makale, bu soruya eğilerek Trump’ın aldığı veya alacağı kararları daha sistematik bir şekilde okuyabilme çabalarına bir katkı sunmayı amaçlamaktadır.
Siyaset felsefesi ve kamu yönetiminde devlet yönetimi: Etkinlik mi Meşruiyet mi?
Devleti kimin, nasıl yöneteceği sorusu, insanlık tarihinin en eski ve en tartışmalı meselelerinden biridir. Siyaset felsefesi ve kamu yönetimi alanlarında yürütülen tartışmaların tarihine bakarsak, iki temel konu etrafında döndüğünü söyleyebiliriz: Devletin meşruiyeti mi önceliklidir, yoksa etkinliği ve verimliliği mi? Bu soru, sadece akademik çevrelerin değil, her dönemin yöneticilerinin, siyaset felsefecilerinin ve yurttaşlarının da zihnini kurcalamıştır.
Antik Yunan’dan bu yana süregelen bu tartışmalar, düşünce tarihinde derin izler bırakmıştır. Platon’un “Filozof kral” fikri, bugün teknokrasi olarak adlandırdığımız yönetim anlayışının atası sayılabilir. Aristoteles ise siyasal rejimleri sadece güç dengelerine göre değil, erdem ya da yozlaşma derecelerine göre sınıflandırarak, yönetimin hem ahlaki hem de işlevsel yönlerine vurgu yapmıştır.
Machiavelli, Prens adlı eseriyle yönetim verimliliği meselesine eğilen ilk modern çağ düşünürlerinden biri sayılır. Bu kitapta öne çıkan fikirler, genelde bir hükümdarın iktidarını nasıl sürdürebileceği ve gücünü nasıl sağlamlaştırabileceği etrafında şekillenir. Machiavelli’ye göre, kararlı ve mutlak güç sahibi bir yönetici, karşısına çıkan tüm sorunların üstesinden gelebilir.
Daha sonra, Hobbes ve Locke gibi düşünürler bu tartışmayı toplumsal sözleşme kavramıyla yeniden çerçevelemeye çalışmışlardır. Hobbes, kaosu engellemek için güçlü bir merkezi otoritenin gerekliliğini savunurken, Locke bireysel özgürlükler ve temsili demokrasinin önemine işaret etmiştir. Marx ise meseleyi kökten sarsarak, devleti egemen sınıfın çıkarlarını koruyan bir baskı aracı olarak tanımlamış ve meşruiyetin halktan değil, üretim araçlarına sahip olanlardan geldiğini iddia etmiştir. Max Weber ise bu düşünsel mirası sistematikleştirerek, meşruiyeti karizma, gelenek ve hukuk gibi farklı kaynaklara dayandıran daha analitik bir çerçeve sunmuştur.
1980’lerden itibaren ise sahneye neoliberal düşünce çıktı. Devleti küçültmeyi, piyasa mantığını kamu yönetimine taşımayı ve etkinliği kutsamayı hedefleyen bu yaklaşım, yalnızca akademik çevrelerde değil, siyasilerin zihinlerinde ve uygulamada da güçlü bir hegemonya kurdu. Ancak son yıllarda bu egemen paradigmanın yerini sorgulayan, daha sert ve radikal tonlar taşıyan yeni bir düşünce dalgası yükselmeye başladı: Neoreaksiyon. 2010’lardan itibaren bu akım, özellikle teknoloji çevrelerinde ve alternatif düşünce platformlarında ses getirmeye, devletin nasıl yönetilmesi gerektiğine dair radikal ama etkili sorular sormaya başladı.
Neoreaksiyon ve Trumpizm’ın perde arkası İdeoloğu Curtis Yarvin’in demokrasi eleştirişi
Curtis Yarvin, teknoloji dünyasından siyaset felsefesine keskin bir dönüş yapan sıra dışı bir isim. Yazılım mühendisliği geçmişi olan Yarvin, “Mencius Moldbug” takma ismiyle yazdığı blog yazılarıyla 2000’li yılların ortalarından itibaren internetin karanlık köşelerinde ciddi bir takipçi kitlesi edindi. Zamanla sadece bir yazar değil, aynı zamanda “neoreaksiyon” olarak bilinen radikal bir düşüncenin fikir babası oldu. Onu klasik bir muhafazakâr olarak tanımlamak oldukça yetersiz kalır; zira Yarvin’in hedefinde modern demokrasinin ta kendisi var.
Yarvin’in düşünce dünyasında demokrasi, yavaş, verimsiz ve çoğu zaman işlevsiz bir sistemdir. Ona göre günümüz demokrasileri sadece bir yönetim biçimi değil, aynı zamanda toplumu şekillendiren ve tek tip düşünceyi dayatan ideolojik bir yapı üretmektedir. Bu yapıya “Katedral” ismini verir. Bu metafora göre, New-York Times gibi büyük medya kuruluşları, Harward gibi ünlü üniversiteler, yargı ve bürokrasi gibi kurumlar, görünüşte tarafsız ama aslında liberal ideolojiyi toplumun her köşesine zerk eden birer propaganda araçlardır. Bu kurumlar halkın çıkarını temsil etmez, aksine kendi ideolojik düzenlerini sürdürmek için gerçek gücü elinde tutarlar. Bu yönüyle “Katedral” metaforu ile vurgulanmak istenen hegemonya, Gramsci’nin kültürel hegemonya teorisini andırsa da Yarvin’in gözünde bu “Katedral” sistemi çok daha homojen, organize ve baskıcı bir karakter taşır.
Yarvin’in çözüm önerisi ise alışılmışın çok dışında: Devleti, tıpkı bir özel şirket gibi yönetmek. Ona göre başarılı bir devlet, CEO’su güçlü, kararları hızlı ve doğrudan olan bir şirket gibi yönetilmelidir. Seçilmiş liderler yerine, liyakatle göreve gelen büyük sermaye sahiplerinden oluşan oligarşik bir yönetim modeli tercih edilmeli. Halkın geniş katılımına dayalı sistemler yerine, işinin ehli yöneticiler tarafından alınan etkin kararlar öne çıkarılmalıdır. Kısacası, oylama sandığı değil, yönetsel verimlilik ön plandadır.
Bu bakış açısı, iyi bir liderin halka sürekli hesap vermesini değil, aldığı kararlarla başarı üretmesine önem verir. Yarvin’e göre devletin başındaki kişi (başkan), popülerlik yarışına değil, sonuç eksenli yönetime odaklanması gerekir. Bu yüzden onun modeli, modern startup kültürünü andırır: risk alır, hızlı karar verir ve sürekli performansla ölçülür. Kısaca, Yarvin’e göre önemli olan demokrasi değil, tıkır tıkır işleyen bir yönetim sistemidir, zira ona göre halkın iradesi denilen şey, çoğu zaman sadece hoş bir yanılsamadan ibarettir.
Trumpizm ve Neoreaksiyon: Devletin Şirketleşmesi
Trump’ın başkanlık dönemi, yalnızca siyasi gelenekleri değil, aynı zamanda yönetim anlayışını da kökten sarsan bir dönemdi. İlginç olan şu ki, onun bu sıra dışı tarzı, çok daha önce Curtis Yarvin’in teorik düzeyde savunduğu “CEO-devleti” modeline fazlasıyla benziyor. Trump’ın devleti bir şirket gibi görmesi, sadakate dayalı atamaları ve bürokrasiyi iş yapmanın önündeki bir engel olarak görmesi, Yarvin’in “devlet verimli çalışsın, kararlar hızlı alınsın” fikriyle neredeyse bire bir örtüşüyor. Trump’ın Çevre Koruma Ajansı ve Dışişleri gibi kurumların yetkilerini budama çabası da tam bu anlayışın pratiğe dökülmüş halidir.
Bu benzerlikler sadece yapısal değil, kriz anlarında da kendini gösterdi. Örneğin pandemi döneminde Trump’ın aldığı – veya kimi zaman almadığı – kararlar, Yarvin’in klasik temsilî kurumlara mesafeli yaklaşımına bire bir örtüşüyor. Trump, uzmanları dinlemek yerine kendi danışman çevresini kurdu, federal kurumların görüşlerini göz ardı etti. Örneğin Beyaz Saray’ın sağlık danışmanı Anthony Fauci ile pandemi konusunda yaşadığı gerilimler, bilginin değil, liderin karizmasının belirleyici olduğu bir yönetim anlayışına işaret ediyordu.
Trump’ın yenildiği seçim sonuçlarını kabul etmeyip 6 Ocak olaylarına zemin hazırlayan söylemleri de Yarvin’in demokrasiye yönelttiği eleştirileri pratiğe taşır gibiydi. Yarvin, halk oylamasına dayalı sistemin irrasyonel olduğunu ve kararların ehil kişilerce alınması gerektiğini savunurken, Trump da “seçimle geldim ama asıl meşruiyetim halktan değil, haklılığımdan geliyor” havasındaydı. Bu, kurumlara değil kişisel liderliğe yaslanan bir siyaset anlayışıydı ve Yarvin’in rasyonel, hiyerarşik ve halkın doğrudan etkisinden arındırılmış bir yönetim modeliyle şaşırtıcı bir paralellik taşıyordu.
Trump’ın 2025 başında yeniden göreve gelmesiyle birlikte, Elon Musk’ın başına geçtiği “Devlet Verimliliği Bakanlığı” federal bürokraside adeta bir kıyım başlattı, 100 binden fazla kamu çalışanı işten çıkarıldı. En büyük darbeyi ise Konut ve Kentsel Gelişim ile Eğitim Bakanlıkları aldı; bu kapsamlı tasfiyeler hâlen süren belirsiz yargı süreçlerine konu olmuş durumda. Hükümet ayrıca sağlık ve alanındaki araştırma projelerine ayrılan milyarlarca dolarlık bütçeyi de kesme kararı aldı. Tüm bu hamleleri, Yarvin’in savunduğu gibi, ağır işleyen bürokratik yapının ortadan kaldırılması ve devletin daha “verimli” bir şirket mantığıyla yönetilmesi fikrinin somut karşılıkları olarak okuyabiliriz.
Ekonomi ve teknoloji politikalarında da benzer izler görmek mümkün. Trump’ın gümrük tarifeleriyle serbest piyasa kurallarını hiçe sayarak devleti doğrudan müdahil kılması, Yarvin’in CEO gibi davranan devlet hayalini çok andırıyor. Ayrıca Elon Musk gibi özel sektör liderlilerinin devlet projelerinde aktif rol oynaması, seçilmiş siyasetçilerden ziyade “başarılı ve zeki” olduğu düşünülen bireylerin öne çıkması, Yarvin’in oligarşik elitlerin doğrudan yönetimde yer alması gerektiği görüşüyle örtüşür. Kısacası, Trump her ne kadar Yarvin’in kitaplarını başucunda tutmamış olsa da, uygulamaları bu fikirlerin ete kemiğe bürünmüş hali gibi duruyor. Curtis Yarvin Trump’hin fiilen perde arkası İdeoloğu işlevini görüyor.
Trump bir belirti…
Trump’ın kararları ve yaklaşımları çoğu zaman tutarsızlık, delilik ya da popülizmle açıklanır. Ancak bu tür okumalar, yüzeydeki dalgaları izlemekle yetinirken, derindeki akıntıları görmezden geliyor. Oysa Trump’ın uygulamalarını anlamanın belki de en verimli yolu, onları bireysel sapmalar olarak değil, Curtis Yarvin gibi figürlerin öncülüğünü yaptığı ideolojik bir dönüşümün semptomları olarak değerlendirmektir.
Yarvin’in teorik düzlemde savunduğu “CEO-devleti” modeli, Trump yönetiminde pratikte denenmiş ve denenmek üzeredir: bürokratik kurumların devre dışı bırakılması, kararların merkezileştirilmesi, teknokrat ve iş dünyasının en zenginlerinin oligarşik bir siyasi rol üstlenmesi vb. Bunların hiçbiri rastlantısal değil. Tam tersine, liberal demokrasinin “fazla yavaş, fazla dağınık” olduğuna dair yaygın bir hoşnutsuzluğun üzerine inşa edilen, alternatif bir yönetim modelinin (Neoreaksiyon) fiili provalarıdır.
Trump, belki bu fikirleri teorik olarak formüle etmedi; ancak uygulamaları, Yarvin’in neoreaksiyonist vizyonuna sahada alan açtı. Bu yüzden mesele, Trump’ın ne kadar “deli”, “öngörüsüz” ya da “saçma” bir lider olduğu değil. Asıl mesele, onun uygulamalarının hangi siyasal arzuları ve hangi tarihsel eğilimleri yansıttığı. Yarvin’in düşüncesi, seçimle gelen temsilciler yerine atanmış elitlerden oluşan oligarşik bir yapının, kamu yararı yerine verimliliğin, çoğulculuk yerine hiyerarşinin öne çıktığı bir siyasal tahayyül sunuyor. Ve Trump, bu tahayyülün en kaba ama aynı zamanda en görünür yüzü haline geldi. Ama sonuncusu olmayabilir. Kim bilir, daha kimler var o sırada bekleyen…
Burada aslında durup “verimlilik” kavramını ciddi biçimde sorgulamak gerekiyor. Ne demek bu verimlilik? Kim için, ne adına? Mesela, milyarderlerden oluşan bir oligark yapının yönettiği bir sistemde elde edilen ekonomik başarıdan mı söz ediyoruz? Diyelim ki öyle — peki, bu başarı tam olarak neyi ifade ediyor?
Bir düşünelim: Ortada ne işleyen bir sosyal sistem var, ne de düzgün bir eğitim yapısı ve kurumları. Ama “ekonomide başarılı” diye lanse edilen bir lider var. Bu mu yani aradığımız ideal devlet? Gerçekten toplumun bütün katmanlarının yararına olan bir başarıdan mı söz ediyoruz, yoksa sadece bir avuç milyarder oligarkın işine yarayan bir düzen mi olacak? Üzerine düşünülmesi gereken diğer bir kavramda şu: Süreklilik. Yani sadece ekonomik performansa odaklanarak yürütülen bir devlet modeli, uzun vadede ne kadar ayakta kalabilir? Ekonomik göstergeler dışında kalan her şeyi göz ardı eden bir yönetim anlayışı ne kadar sürdürülebilir?
Yine bir soruyla bitirmek istiyorum bu makaleyi: Yarvin’in “post-demokratik” vizyonu bir uç fikir mi, yoksa adım adım içine çekildiğimiz yeni bir siyasal gerçeklik mi? Eğer ikincisi doğruysa, mesele sadece Trump’ı eleştirmekten ibaret kalmamalı. Asıl mesele, bu yönetim anlayışına karşı nasıl bir demokratik savunma hattı inşa edebileceğimizdir meselesidir.