Prof. Dr. Dietrich Beyrau | Tübingen Üniversitesi
Birinci Dünya Savaşı Doğu ve Güneydoğu Avrupa ülkeleri için Batı ve Orta Avrupa ülkelerinde olduğundan daha farklı bir konuma sahip. Savaş Doğu ve Güneydoğu Avrupa için on yıl süren bir şiddetin başlangıcıydı. Bu süreç Sovjet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin, kısaca Sovyetler Birliği’nin (1922) kurulması ve de – kuzeyde Finlandiya’dan güneyde Lozan Antlaşması’yla (1923) kabul edilen Türkiye’ye kadar – yeni ulusal devletlerin konsolidasyonuyla son bulmuştur. Galip güçlerin (Büyük Britanya, Fransa ve de ABD) Almanya, Bulgaristan, Osmanlı İmparatorluğu ve Habsburg Hanedanlığı’nın (1919/1920) yıkılmasıyla kurulan devletlerle yaptıkları barış antlaşmalarından bu yana, kimin “savaşı başlattığı” sorusu tartışılıyor. Versay (Versailles) Antlaşması’yla savaş suçu Alman İmparatorluğu’na yüklenmiştir. Savaş suçlusu kim sorusuna verilen yanıtlar, Lloyd Georges’in (Büyük Britanya Başbakanı 1916-1922) tarafların “savaşa sürüklenmesinden”, Tarihçi Fritz Fischer’in “Süper Güç Olma Yolunda” (1961) savına kadar geniş bir yelpazeye yayılıyor: Alman İmparatorluğu savaşın başlamasının asıl sorumlusudur.
1920’lerin Sovyetler Birliği’nde Rus İmparatorluğu savaşın suçlusu olarak görülmüştür. Stalin bu görüşten uzaklaşarak, Alman ve İngiliz emperyalizmini savaştan sorumlu tutmuştur. Ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’yı 20. yüzyılda savaşı kışkırtan asıl güç olarak görmüştür. Birinci Dünya Savaşı’nın yüzüncü yılında iki yapıt dikkatleri çekiyor: Biri Christopher Clark’ın “Uyurgezerler” (2012) (Almanca: “Die Schlafwandler” (2013)) kitabıdıe ve kitap Sırbistan gibi küçük devletlerin emperyalizmine vurgu yapıyor. Diğeri Sean Mc Meekin’in “Birinci Dünya Savaşı’nda Rusya’nın Rolü” başlıklı kitabıdır (2011) ve Rusya’nın Balkanlar ve Orta Doğu’daki ihtiraslarını savaşın temel nedeni olarak görüyor. Emperyalizm çağında neredeyse tüm devletlerin (ve bu devletlerin kısmen aristokrat ve kısmen de artık burjuva elitlerinin) siyasi ve ekonomik çıkarlarını, çığırından çıkan silahlanma programları ve stratejik planlamalarıyla garanti altına almış olmaları bu karışıklığın nedenidir. Habsburg Veliahtı Arşidük Franz Ferdinand ve eşi Sophie Chotekin’in Saraybosna’da öldürülmesi (28 Temmuz 1914) gibi bir kriz durumunda, askeri planlamalar –belirlenen seferberlik mühleti – ve itibarın korunması, savaşı tetikleyen etmenler olarak devreye giriyordu. Tüm taraflar kısa sürecek bir savaştan hareket ediyordu. Yavaş yavaş içine girilen mevzi savaşı – özellikle Batı Cephesi’nde – ve sanayileştirilmiş “ölüm fabrikasından” çıkış yolu, savaşan bazı tarafların – önce Rusya, ardından Habsburg Hanedanlığı, Osmanlı İmparatorluğu, Bulgaristan ve son olarak Almanya – topyekün yıpranmasıyla ancak mümkün olabilmiştir.
Hırs ve onurdan oluşan bu mekanizmalar Çarlık için de geçerli. Rusya Büyük Britanya ile 1907’de varılan kırılgan uzlaşmanın (Iran aleyhine) ve Fransa ile kurulan ittifakın ardından, Almanya’nın Osmanlı İmparatorluğu üzerinde ve Balkanlar’da artan etkisinden rahatsız olmuştu. Sırbistan için gösterilen çabayı, Hristiyanları savunmakla ve 19. yüzyılın ortasından itibaren panslavist akımlarla meşruiyetini gerekçelendiren Rus dış politikasının uzun geleneğiyle açıklamak olanaklı. Elitlere göre, Rusya, himayesi altındaki Sırbistan’ın Avusturya-Macaristan tarafından cezalandırılmasına göz yumamazdı. Savaş sürecinde asıl düşmanlar İttifak Devletleri olmuştur – Alman İmparatorluğu ve Habsburg Hanedanlığı. Kafkas Cephesi ve Doğu Anadolu’da elde edilen zaferler kutlanmış, ancak bu zaferler tehdit altındaki Rus Batı Cephesi’nin zayıflaması olarak görülmüştür.
Geçen on yıllarda yapılmış olan, İkinci Dünya Savaşı’na (1939-1945) ve Yahudi Soykırımı’na kadar süreklilik gösteren olguları inceleyen araştırmalar, İttifak Devletleri’nde ve Rusya’da savaş esirlerinin zorla çalıştırılmasına, Çarlık Rusyası’nın özellikle imparatorluğun batısında uyguladığı nüfus politikası ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermeni Soykırımı gibi konulara yoğunlaşmıştır. Rusya somutunda Yahudi ve Almanların cepheye yakın batı bölgelerinden (potansiyel hainler olarak) sürgün edilmesi, işgal altındaki Galiçya’da Ruslaştırma girişimleri ve Kafkaslar’da etnisitelerarası karşıtlıkların kışkırtılması gündemdeydi.
Çarlık Rusyası organizasyonel, ekonomik ve siyasi yönden savaşın altından kalkamamıştır. Rus Batı Cephesi’nde yaşanan yenilgiler, cepheye yakın bölgelerde ordu yönetiminin düzensizliği, aşırıya kaçan askere almalar ve 1916 sonlarından itibaren kıtlık yaşanması korkusu eski rejimin meşruiyetini ortadan kaldırmıştır. Savaşa destek belli bir kesim dışında, bürokratik ve askeri çevrelerde dahi azalmıştı, varlıklı ve eğitimli katmanlar ile alt katmandan söz etmeye bile gerek yok. Rejim artık “Almandı”, aslında savaş başladığında “Alman baskısından” kurtulmak – ekonomide, bilim ve teknikte Alman nüfuzu kastediliyor – kutlanıyordu. Zaten Çarlığın ihanetinden ve satılmışlığından şüphe ediliyordu. Rusya Şubat Devrimi’yle “Özgürlük Günleri”ni yaşamıştır, ancak Rus toplumunda başından itibaren derin çelişkiler başgösteriyordu. Bu çelişkilerin dışavurumu, askerlerin, işçi ve köylülerin temsil edildiği Sovyetler ile, önce Zensusgesellschaft (kentlerde/kırlarda temsilci seçme yetkisi bulunan kesim) ve sonrasında da ılımlı partilerin temsilcisi olan geçici hükümetin ikili iktidarı olarak adlandırılan iktidarda ifadesini bulmuştur. Burjuva katmanların Şubat 1917’den sonra hedefi savaşın daha etkin yönetimi olurken, alt katmanların, özellikle işçilerin ve artan oranda da askerlerin hedefi ne pahasına olursa olsun savaşın bitirilmesiydi. Devrimci partiler, en önde Bolşevikler ve (sol) sosyal devrimciler alt sınıfların rahatsızlıklarını ifade edebilecekleri bir formül bulmuşlardır: Ekmek, toprak ve barış. Lenin’in önderliğinde Bolşevikler toplumun huzursuzluklarını ele almış ve bu duyguları radikalleştirmiş ve çoğu kez yıkıcı tarzda sınıf savaşı politikasına dönüştürmüşlerdir. Köylülere soyluların ve kilisenin topraklarına el koyma izni verilmiştir, askerler 1917 sonbaharından itibaren kitlesel düzeyde siperleri ve garnizonları terk ediyor, işçiler artık çoğu durumda işlemeyen fabrikaları kontrol ediyordu. Devrimci eylemler devlet ve ekonominin benzeri görülmemiş bir çöküşle yıkılmasını hızlandırmıştır. Zamanın tanıkları bir uygarlığın örneği görülmemiş çöküşünden söz etmişlerdir.
Sovyet Rusyası ve Ukrayna’nın İttifak Devletleri, Bulgaristan ve Osmanlı İmparatorluğu ile imzalamak zorunda kaldığı Brest-Litovsk Antlaşması (3 Mart 1918) barış getirmemiştir. 1917’ye dek imparatorluğun batı ve güneydeki dış bölgeleri savaş alanıyken, 1918’den itibaren – Sibirya’dan Polonya’ya kadar – tüm Rusya şiddetin egemen olduğu bir ülkeye dönüşmüştür. Toplumun önemli bir bölümü şiddet uygulayan aktörlere dönüşmüş ya da şiddetin hedefi olmuştur – iç savaş partilerinin saflarında savaşan askerler, Kazaklar, Partizanlar, firariler, çeteler ya da kriminaller. İç savaş döneminde 1923’e kadar kriminalite, salgın, yetersiz beslenme ya da açlık nedeniyle ölenlerin sayısı, kelimenin tam anlamıyla askeri operasyonlar sonucu ölenlerden çok daha yüksektir. Rusya’nın nüfusu (Sovyet sınırlarında) dünya savaşı sırasında 139 milyondan 142 milyona çıkarken, 1922’ye gelindiğinde bu rakam 132 milyona inmiştir.
Bolşevikler iç savaştan zaferle çıkmıştır. Onlar çok yeni bir devlet sisteminin mimarıdır. Bu sistem, Sovyet Cumhuriyetler olarak bir “birlik” içerisinde birleşmiş ulusal “sosyalist” Sovyet cumhuriyetler kurarak, ulus yaratmayı dev bir egemenlik alanının yeniden yapılandırılmasıyla birleştirmiştir. Onu birbirine kenetleyen “enternasyonalist” komünist parti, onun ideolojik tutkusu, acımasız çağdaşlaşma programı ve bütün liderliği talep etmesiydi.
Sovyetler Birliği’nin kurulması savaşa dayalı şiddeti bitirmiş ve yeniden inşa sürecini başlatmıştır. Günümüzde Birinci Dünya Savaşı’nın Sovyet-sonrası ülkelerde unutulan savaşa dönüşmesi, iç savaşın yarattığı travma, kolektifleştirme ve akabinde görülen kıtlık, 1920 sonlarına doğru yaşanan terör ve özellikle de İkinci Dünya Savaşı’na dayanmaktadır. İkinci Dünya Savaşı Sovyetler Birliği’nde ben merkezli bir bakışla “Büyük Yurtseverlik Savaşı” olarak stilize edilmiştir. Toplum tarafından bir felaket olarak yaşanmasının ardından, özellikle Ruslar için kendini kanıtlamak zorunda oldukları büyük bir sınav olarak kahramanlık öyküsüne dönüştürülmüştür. Çünkü Ruslar, Stalin’in 24 Mayıs 1945’te kadeh kaldırdığı bir konuşmasında söylediği gibi, dev imparatorluğun önde gelen ve en önemli ulusu olarak yerini korumuştur.