Doç. Dr. Kemal İnal – Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi
19. yüzyılda diğer imparatorluklar gibi yıkılmanın eşiğinde bulunan Osmanlı Devleti’ni “hasta adam” olarak niteleyen Batı’nın, bu devletin çöküşünde belirleyici bir aktör olarak rol aldığı herkesin bildiği bir gerçek. Elbette Batı’nın kışkırtması veya dönemin konjonktürel bir özelliğinin sonucu olarak “milliyetçilik”, kapitalizmin yarattığı “yarı sömürgeleştirme”1 ve sosyolojik “modernleşme” gibi sayısız faktör Osmanlı’nın yıkılışında büyük bir rol oynadı. Dış faktörlerin yanı sıra birçok iç faktör de söz konusuydu: Yozlaşmış bir siyasal yönetim, reformlara rağmen işlemeyen devlet idaresi, geri kalmış eğitim, sağlık ve ordu kurumları, nitelikli işgücü veya insan yokluğu, ülkenin savaşlardan yorulmuş halkı, ilkel şartlarda yapılan yetersiz tarımsal üretim, bilimde gerilik, demokrasinin yokluğu, modern Batılı fikirlere karşı düşmanlık veya yabancılık, İslam dininin bütün kurumları belirlemeye devam etmesi… Bu koşullarda yaşayan bir “hasta adam”ın elbette ömrünün uzun sürmesi beklenemezdi. Nitekim İmparatorluğun son yıllarında yaşanan her önemli olay (devlet aygıtının reforme edilmesi, azınlıklarla ilgili düzenlemeler, girilen yeni savaşlar vs.), çöküşü daha da hızlandırmıştır. Devir zaten kapitalizmin icadı olan ulus-devletlerin devriydi ve çöken İngiliz, Rusya, Avusturya-Macaristan gibi imparatorlukların dışında bir Osmanlı istisnası söz konusu olamazdı.
Fakat Osmanlı devlet adamları, aydınları ve askerleri, çöküşü durdurmak, geciktirmek veya etkisiz hale getirmek için de her türlü çareyi düşündü. Bu noktada çareler iki noktada toplandı: Birinci grup, çarenin daha katı bir İslamcılık olduğunu düşündü ki 2. Abdülhamit bu politikayı uyguladı ve çöküşü birkaç on yıl geciktirdi. İkinci grup ise, çöküş ve geriliğin asıl nedeni olarak İslam’ın şahsında her türlü geleneksel-geri yapıyı gördü ve yüzünü Batılı politikalara (Türk milliyetçiliği, modernleşme, Batılılaşma vs.) döndü ki, bu politikayı ilk kez siyasal-resmi halde bir devlet politikası haline getiren Jakoben siyasal örgüt İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) oldu. İTC bir yandan, tahttan indirdiği 2. Abdülhamit’in modernleştirmeci reformlarını uyguladı ama öte yandan da askerliğin2 verdiği motivasyonla “acaba son yıllarda kaybettiğim toprakları yeniden savaşarak kazanabilir miyim?” diye düşündü. Böylece İTC döneminde (1908-1918) büyük bir savaşa girerek öncelikle Balkan ve Trabslusgarp (Kuzey Afrika) savaşlarında kaybedilen toprakları yeniden kazanma arzusu had safhada olmuştur. İTC, büyük bir savaş kazanarak kendi gücünü konsolide etmeyi düşünüyordu. Bu dönem Almanya’nın askeri, mali ve kültürel açıdan bölgede yıldızının parladığı bir dönemdi. İTC, Alman ordusunun generalleri, devlet adamları ve aydınlarıyla yakın ilişki içindeydi. Hatta ünlü Alman generallerinden bazıları (örneğin Moltke) Osmanlı ordusunu eğitecek kadar Osmanlı ile içli dışlıydı. Tabii İTC’yi büyük bir savaşa sokacak başka birçok neden daha vardı: Alman hayranlığı ve Almanya’nın bölgede yakında büyük bir güç haline geleceği beklentisi, Fransa, İngiltere ve Rusya sömürgelerinde yaşayan Müslümanları bağımsızlıklarına kavuşturma isteği, yine bu üç ülkenin Osmanlı’ya karşı takındığı düşmanca tavırlar, Fransa’nın uyguladığı kapitülasyon sistemiyle giderek artan dış borçlar ve bunun yarattığı baskı, Yunanistan’ın “megali ideası”nın3 oluşturduğu tehdit vs. Ama savaşı çıkaran asıl nedenler Batı bloğu içinde belirleyici bir rol oynamıştı: İngiltere, Fransa ve Almanya arasında sömürge ve hammadde savaşı giderek kızışıyordu, yine bu ülkeler arasındaki ekonomik rekabet, silahlanma yarışının hızlanması, Fransa’nın yarattığı milliyetçiliğin etkileri 4, Almanya’nın Fransa’dan Alsace-Loren bölgesini yeniden alma isteği, devletlerarası bloklaşma, Balkanlar üzerinde üstünlük kurma mücadelesi…
Nitekim büyük bir savaş çıkararak ya da büyük bir gücün çıkardığı savaşa katılarak pay kapma düşüncesi içindeki İTC’ye beklenen fırsatı vermede Almanya geç kalmadı. Goeben ve Breslav5 gemilerinin Osmanlı bayrağı altında Rus limanlarını bombalamasıyla Osmanlı resmen savaşa girmiş oldu. Savaşta kabaca iki taraf vardı: Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Bulgaristan ve Osmanlı’ya karşılık karşı tarafta İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya vd. devletler yer aldı. 1914-18 arasında dört yıl süren savaş sonucunda Almanya yenilince Rusya, Osmanlı ile Avusturya-Macaristan İmparatorlukları tarihe karıştı. Birçok yeni ulus-devlet kuruldu, yeni siyasal rejimler (SSCB’de sosyalizm gibi) oluştu, sömürgecilik yerini mandacılığa6 bıraktı, Osmanlı içindeki Hıristiyan azınlıklar ve Araplar bağımsızlıklarını ilan ettiler, ABD bu savaştan sonra Avrupa ve dünya ile ilgilenmeye başladı, Cemiyet-i Akvam kuruldu. Birçok cephede (Kafkasya, Hicaz ve Yemen, Irak, Çanakkale, Suriye- Filistin, Kanal) savaşan Osmanlı’nın fiilen bitmesi ile modern bir ulus-devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu için de yollar açılmış oldu.
İTC yönetiminden Enver Paşa’nın aslında gayesi Osmanlı’yı çöküşten kurtarmaktan daha genişti: Bütün mazlum Türkleri Osmanlı bayrağı altında bir Turan İmparatorluğu içinde birleştirmek. Bu da bir tür büyük bir hayal ya da ütopyaydı. Ancak bu hayal ya da ütopyayı Osmanlı’ya veren, Almanya idi. İTC’nin birinci dünya savaşında genişleyerek, eski toprakların yanı sıra yeni topraklar kazanarak büyük bir emperyal güç olma hedefi beklendiği gibi ıskalandı. Mustafa Kemal, bu jakoben örgütten gelmesine karşın daha küçük hedeflerle yola çıktı ve Anadolu topraklarıyla yetindi. Elbette savaştan sonra Türkiye’nin Almanya ile ilişkileri kesilmedi. Mustafa Kemal’in reform ve modernleşme hareketlerinin ardında Almanya rol oynamaya devam etti. Daha 1917’de Von Kühlmann adlı büyükelçi, Osmanlı’nın Harf Devrimine ihtiyacı olduğunu ileri sürmüştür. Almanlar, Arap harfleri yerine Latin harflerinin (bilhassa bazı Alman harflerini-örneğin “ö” gibi) kullanılmasını istiyorlardı. Bu şekilde Alman kültürünün Osmanlı’ya (sonra Türkiye’ye) yerleşebileceği hesabını yapıyorlardı. Nitekim bu hesaplar önemli ölçüde de tuttu: Tarım ve hayvancılık, eğitim, sanayi, ordu, kent inşası (öncelikle Ankara), üniversite, sanat ve kültür alanına ilişkin çok sayıda Alman uzman, Cumhuriyet döneminde Türkiye’ye gelerek veya davet edilerek bilgi, beceri ve deneyimlerini paylaştılar.7
Sonuç itibariyle, Birinci Dünya Savaşı’na Almanya’nın kışkırtmasıyla giren Osmanlı İmparatorluğu tarih oldu ve Osmanlı ordusunun bazı subayları bundan ders çıkarıp elindekiyle yetinmesini bilen bir tutum takınıp küçük bir ülke (Türkiye) kurdular. Ardından Almanya’nın emperyalist emellerinin bir işe yaramadığını ama asıl işe yarayanın Alman bilimi, kültürü, sanatı, mimarisi ve teknolojisi olduğuna kanaat getirip Almanya ile askeri değil, uygarlık-kültür alanı üzerinden ilişki geliştirdiler. İyi de ettiler. Bu işbirliği veya ilişki sonucu bugün Almanya ile Türkiye arasındaki ilişkiler öyle yoğunlaştı ki, yaklaşık 3 milyon Türkiyeli göçmen için Almanya artık “ikinci vatan” 8 haline geldi. Bugün Almanya ile her türlü maddi (ekonomik, siyasi vd.) ilişkinin ötesinde bir “gönül köprüsü” de kurulmuş durumda. Bu köprünün üzerinden Türkiyeli-Alman evlilikleri, işletmeleri, futbol takımları, dernekleri, çeşitli organizasyonları, akademik çalışmaları geçmeye devam etmektedir. Artık Almanya’dan Türkiye’ye zırhlı savaş gemileri, Alman askerleri değil, Almanya’nın Türkiye’yi seven insanları gelmektedir. Nitekim Türkiye’nin birçok yöresinde (başta Alanya olmak üzere) Almanların kendilerini kendi vatanlarında hissetmeleri, uygarlık adına sevindirici bir gelişmedir. Bugün iki ülke arasındaki ilişkiler dünyada başka herhangi iki ülkeden çok daha fazla ve karmaşıktır; bu ilişki gelecekte daha da umut vaat etmektedir. Yazımı bitirmeden önce bir anekdota yer vermek isterim. Almanya’nın son yıllarda yetiştirdiği en parlak ve ilgi çekici akademisyenlerden biri olan Prof. Dr. Arnd- Michael Nohl ile tanışma, konuşma, akademik paylaşma ve spor-maraton koşmak gibi konular üzerinden sık sık iletişim kurma fırsatı elde ettim, ediyorum. Bunu ister küreselleşmenin tipik bir insani sonucu olarak görün isterse basit bir akademik ilişki olarak okuyun, sonuç değişmeyecektir: Her türlü kültürlerarası ilişkinin giderek hızlandığı ve yoğunlaştığı bir dönemde artık Türkiyeliler ile Almanlar yıkıcı değil, yapıcı konular üzerinden daha fazla ilişki geliştirmeye başladılar. Bu ilişkinin sayısız meyvesinin arasında Arnd’ın yazdığı bir kitabında9 iki ülke arasındaki ilişkilerin daha çok “entegrasyon”, “uyum” gibi kavramlar üzerinden tartışılması, geldiğimiz noktayı gösteriyor: Artık ortak bir derdimiz var ama bu emperyal işgal ve genişleme amaçlı değil, iki (ortak) vatanda bir arada yaşayabilmenin koşulları üzerinedir. Buna sevinmek gerekmez mi?
- Noviçev, bu “yarı sömürgeleştirme” sürecinde Batılı ülkelerin (İngiltere, Almanya ve Fransa) işe demiryollarından başladığını belirtir. Buna göre Osmanlı dahil tüm Ortadoğu bölgesi, hammadde-mamul madde ilişkisini kurmak için öncelikle demiryolu yapımına girişen Batılı ülkelerin çeşitli politikaları ve uygulamalarıyla kısa sürede yarı bir sömürge haline gelir. Bu sömürgeleşme, elbette çöküşün önemli nedenleri arasındadır. Daha ayrıntılı bilgi için bkz. A. D. Noviçev, Osmanlı İmparatorluğu’nun Yarı Sömürgeleştirilmesi, çev. Nabi Dinçer, Onur Yayınları, Ankara, 1979. ↩
- İTC’nin başlıca kurucularının (Hasan Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa) asker, yani Osmanlı Ordusunda komutan olduğunu unutmamalı. Kuruluşundan bir süre sonra Mustafa Kemal’in de bu örgüte üye olduğu bilinir. ↩
- Yunanlılar Batı Egeyi de içine alan büyük bir Hellen İmparatorluğu (Bizans’ın devamı) kurmak istiyordu. Nitekim savaş başlayınca Yunanlılar hemen Ege kıyılarını işgal etmişlerdir. ↩
- Bu milliyetçilik İTC’yi olduğu gibi Mustafa Kemal’i de etkilemişti. Nitekim İTC’nin başlattığı Osmanlının millileştirilmesi (Türkleştirilmesi) sürecini Mustafa Kemal tamamlamıştır. ↩
- Osmanlı bu zırhlı Alman gemilerine Türkçe adlar (Yavuz ve Midilli) verip Osmanlı bayrağı çekerek Karadeniz’e çıkardı ve Rus limanlarını bombalattı. ↩
- Bir devletin himayesi altına girmek. ↩
- Mustafa Armağan, “Türkiye Cumhuriyeti’ni Almanlar mı şekillendirdi?” Zaman, 4 Mayıs 2014. ↩
- Gurbet”, “Acı Vatan”, “Alamanya” gibi çok acıtıcı deyimlere rağmen bugün Almanya, Türkiyeliler için “ikinci vatan”dır. Bu da pozitif bir gelişmedir. Almanya’nın “vatan olan gurbet” haline gelmesinde Türkiyeli işçilerin Almanya’ya ve kendilerine kattıkları şeyler az-buz değildir. Bu konuda tarihsel bir değerlendirme için bkz. Kenan Mortan ve Monelle Sarfati, Vatan Olan Gurbet. Almanya’ya İşçi Göçü’nün 50. Yılı (Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2011); Onur Bilge Kula, Almanya’da Türk Kültürü. Çokkültürlülük ve Kültürlerarası Eğitim (İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2012); Hakkı Keskin, Türklerin Gölgesinde Almanya. Geleceğe Yönelik Uyum Politikası İçin Görüşler (Çev. Yüksel Pazarkaya, Doğan Kitap, İstanbul, 2011). ↩
- Arnd-Michael Nohl, Kültürlerarası Pedagoji, Çev. Nazlı Somel, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2009. ↩