Toplumların ekonomik, toplumsal ve kültürel yapısını oluşturan en temel özelliklerin başında insan yetiştirme modeli gelir. Toplumların insan yetiştirme modelleri, kültürel, ekonomik, politik ve tarihsel faktörlerin yansımasıdır. Her toplum, kendi değerleri ve hedefleri doğrultusunda bireylerini yetiştirmeyi ister ve uygular. Bu süreçte eğitim sistemleri, ekonomik koşullar ve toplumsal kurallar önemli rol oynar. Çocukların yetiştirilmesi (pedagoji[1]) sürecinin düzgün işlemesi, sağlıklı bir toplum yapısının oluşturulması açısından önemlidir.
Okulun yaygınlaşması ve eğitimin zorunlu hale gelmesi süreci sanayi devrimi sonrasında gerçekleşmiştir. Modern çağ ile birlikte okullar eğitimin temel kurumları haline gelmeye başlamıştır. Zorunlu eğitime geçiş sonrasında okul dışı öğrenmelerin büyük bölümü okul kapsamına alınmaya çalışılmıştır. Zorunlu eğitim, başlangıcından bugüne kadar bir hak olarak kabul edilmesi gereken eğitimi, egemen sınıfların ihtiyaçları ve amaçlarına uygun bir zorunluluk olarak ele aldığı için, sadece bir eğitim meselesi değil, aynı zamanda bir özgürlük meselesi olarak da tartışılmaktadır. Başka bir ifadeyle, eğitim sadece bilgi ve beceri kazandırmakla sınırlı kalmayıp, bireylerin özgürlüklerini de etkileyen bir unsur haline gelmiştir. Eğitim, kapitalist toplumsal inşa sürecinin öncelikli mekanizması olarak ortaya çıkmış ve zaman içinde kurumsal bir yapı kazanarak temel bir insan hakkı olarak kabul edilmiştir.
Sanayi Devrimi sonrasında zorunlu eğitimin yaygınlaşmaya başladığı yıllarda, örneğin 1819 yılında Prusya’da, eğitimin beş temel amacı gerçekleştirmek için oluşturulduğu görülür. Bunlar; orduya itaatkâr asker yetiştirmek, maden ocaklarında çalıştırılmak üzere itaatkâr işçiler yetiştirmek, hükümete azami düzeyde tabi olacak sivil hizmetliler yetiştirmek, kurumlarda çalışacak memurlar yetiştirmek ve önemli konularda birbirine yakın düşünen yurttaşlar yetiştirmektir. Bu anlamda, zorunlu eğitimin amacı çocukların entelektüel gelişimlerini artırmayı değil, ‘boyun eğme’ ve ‘itaatin’ temel olduğu bir toplumsallaştırma sistemini yerleşik hale getirmektir (Hern, 2008:74). Kapitalist düzenin baskı ve sömürü mekanizmalarını sürdürmek amacıyla iktidarlar, toplumsal rızayı sağlamak ve mevcut düzenin devamı için eğitimi etkili bir araç olarak kullanmışlardır.
Kapitalizmde “okulun toplumsallaştırma süreci, devletin otoritesine boyun eğecek olan ve yeni sanayi toplumunda sadık işçiler olarak çalışacak yurttaşlar yetiştirir. Ve toplumsallaşma süreci insanların (mevcut) toplumsal konumlarını kabul etmelerini sağlar ve onları irrasyonel olarak örgütlenmiş bir tüketici toplumuna bağımlı kılar” (Spring, 1997:26).
İngilizcesi education olan eğitim kelimesinin Latince kökenine bakıldığında educare ve educere gibi iki farklı kavram karşımıza çıkar. Okunuşu ve yazılışı benzerlik göstermesine rağmen anlam bakımından oldukça farklı olan bu kavramlar iki ayrı eğitim anlayışını/yaklaşımını ifade etmektedir. Educare kavramına göre eğitim, eğitilen kişiyi bir iş ya da meslekle bağlantılı olarak talim ettirmek, terbiye etmek, şekil vermek, bilgiyle beslemek anlamına gelir. Bu yaklaşım öğrencileri halihazırda mevcut sisteme alıştırmayı tasarlayan bir yaklaşımdır ve sertifika, diploma ya da konuyu çalıştığını gösteren bir belge vermek üzere bir vasfın kazanıldığının yazılı onayı müfredatın olmazsa olmaz bir koşuludur. Educere kavramına göre ise eğitim, eğitilen kişiyi dışarıdan bilgiyle beslemekten, ona talim ettirmekten öte, bireyin içindeki yaratıcı potansiyeli dışarıya çıkarma sürecini ifade eder. Bu açıdan educere olarak eğitim yetkinleşmek, özerkleşmek, kendini aşmak, öğrencilerin sahip oldukları birbirinden farklı olanakları, yetenekleri, becerileri, düşünceleri, insan olarak değerli olduklarından dolayı geliştirmek, kişinin hem dünyayı hem de kendisini keşfetmesine izin vermek anlamına gelmektedir (Bellington, 2011:379-382).
Eğitim kavramının kökeninden yola çıkarak eğitimin ticarileşmesi/piyasalaştırılması sürecini zaman içinde ‘educare’ kavramının baskın hale gelerek yaygınlaşması olarak değerlendirmek mümkündür. Marx (2013:49-92), Kapital’in birinci cildinde, kapitalizmin tarihsel gelişmesinin, metalarda saklı bulunan kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki karşıtlığı nasıl geliştirdiğini verdiği somut örnekler üzerinden açıklar. Marx’ın çözümlemesinden yola çıkarak söyleyecek olursak ‘educere’ kavramı bilginin kullanım değerini, ‘educare’ kavramı ise bilginin değişim değerini ifade etmektedir[2].
Kapitalist devlet, eğitim politikalarını belirlerken genellikle ekonomik çıkarlarını ve toplumsal düzeni koruma amacını ön planda tutar. Eğitim sistemleri, bu nedenle öncelikle kapitalist ekonominin ihtiyaçlarına uygun bireyler yetiştirmek için yapılandırılmıştır. Bu şekilde eğitim kurumları kâr amaçlı işletmeler haline gelirken, öğrenciler ise kaçınılmaz olarak müşteri haline gelmektedir. Bu süreçte, bireylerin özgür düşünme yetileri, zekâları ve yaratıcılıkları baskılanmakta; mevcut ekonomik-toplumsal sistemin ihtiyaçlarına uygun bilgi ve becerilerin kazandırılması amaçlanmaktadır.
“Genel insan doğasını, belli bir iş kolunun gerektirdiği yetenek ve becerilerle donatacağı, gelişmiş ve özelleşmiş bir emek gücü haline geleceği şekilde değiştirmek için şu ya da bu miktarda bir meta eş değerine mal olacak olan bir eğitime ya da öğretime ihtiyaç duyulur” (Marx, 2013:174). Kapitalist sistemde eğitim, öncelikle iş gücünün nitelikli hale getirilmesi ve ekonomik verimliliğin (artı değerin yeniden üretiminin) artırılması amacıyla yapılır.
Okullar ve diğer eğitim kurumları, kapitalizmin ihtiyaç duyduğu beceri ve bilgileri öğrencilere kazandırarak, potansiyel iş gücünü hazırlamaya çalışırlar. Ancak iş gücünün niteliği, çoğu zaman toplumdaki sınıf farklılıklarına göre belirlenmektedir. İşçi sınıfının çocukları, genellikle vasıfsız veya yarı vasıflı işlerde çalışmaya yönlendirilirken, üst sınıfların çocukları daha nitelikli ve yüksek gelirli meslekler için hazırlanırlar.
Öğrenciyi itaat etmeye ve uysal olmaya koşullandıran bir sistem ve metoda dayanan okullardaki eğitimin, devletin bir politikası olduğuna dikkat çeken “Ezilenlerin Pedagojisi” kitabının yazarı Paulo Freire’ye göre, devletlerin zorunlu eğitimi benimsemesinin temel nedeni, okulun kapitalist sistemin devamı için önemli işlevleri olduğunu herkesten çok daha iyi bilmeleridir. Kapitalizm, işçilerde belirli bir karakter özelliği gerektirdiğinden eğitim sisteminde insanlar fabrika mesaisinin sıkıntılı, monoton saatlerine ve fabrika içindeki düzenlemelere itaatkâr bir şekilde uyum sağlamak üzere eğitilirler. Okullarda verilen eğitimle öğrenciler birer işçi gibi işlerini ve konumlarını kabul etmeye istekli, dakik, uysal, pasif şekilde yetiştirilirler. Eğitim sistemi emek gücünü sadece üretimin gerektirdiği bilgi ve becerilere sahip bireyler olarak yetiştirmekle kalmaz. Onun üretim sürecinde ve toplumsal yaşamda sahip olacağı sınıfsal konuma uygun, egemen değerleri benimsemiş sistemle barışık olarak yetiştirilmesi hedeflenir (1995:59-63).
Kapitalist perspektiften bakıldığında, eğitimin temel amacı, toplumsal iş bölümü içindeki görevler için gerekli olan yetişmiş insan gücünü sağlamaktır. Bu süreçte bireyler, kendi ihtiyaçlarından ziyade, sistemin ihtiyaçlarına göre seçilir ve şekillendirilirler. Eğitim sistemi, kapitalist toplumun iş gücü piyasasındaki talepleri karşılamak için tasarlanmıştır ve bireyler, bu taleplere uygun bilgi ve becerilerle donatılır. Bu nedenle eğitim süreci, bireyin kişisel gelişiminden ziyade, ekonomik sistemin sürdürülebilirliğine hizmet eden bir araç haline gelir. Eğitim üzerinden sınıfsal farklılaşmanın ve bireysel rekabetin uzun ömürlü olması sağlanır. Böylece var olan kapitalist toplumsal iş bölümünün meşru, doğal ve hatta kaçınılmaz olduğu, bunu değiştirmenin çok zor olduğu görüşü okul sıralarından başlayarak öğrencilere öğretilir.
EĞİTİM SİSTEMİ VE MÜFREDAT
Kapitalist sistemde eğitim, toplumsal düzenin korunması ve mevcut sosyal yapıların devam ettirilmesi için en önde gelen araçlardan birisidir. Eğitim yoluyla bireylere sistemin ideolojisi ve değerleri aktarılır. Eğitimin içeriği, eğitim politikaları, müfredat ve ders kitapları bu amaç doğrultusunda şekillendirilir. Özellikle müfredat ve ders kitaplarının bu süreçte belirleyici etkisi vardır.
Müfredat ya da öğretim programları, devlet tarafından okulda öğretmenin bir konuyu hangi içerikte, ne tür koşullarda, nasıl ve hangi yöntemlerle anlatacağını, neye dikkat edilip neyin öne çıkarılacağını belirleyen temel eğitsel planlardır. Müfredat üzerinden eğitim kurumlarında belli standartların ve hedeflerin belirlenmesi sağlanır. Müfredat, kısaca eğitim öğretim sürecinde derslerin, konuların, öğretilecek hedef, değer ve davranışların planlı şekilde uygulandığı sistemler bütünüdür. Müfredatlar içerdiği bilgi, değer ve beceriler kadar içermediği, dışladığı, görmezden geldiği konularla da öne çıkan metinlerdir.
Müfredatın başarıyla uygulanabilmesi için, ders kitapları büyük bir öneme sahiptir. Ders kitapları, müfredatın içeriğini öğrencilere aktaran, öğretim sürecinin merkezinde yer alan araçlardır. “Müfredat herhangi bir ideolojiyi tanımlanmış değerlerle bütünleştirerek eğitimi siyasal bir araç haline getirir. Müfredatın dışında ortaya konulacak herhangi bir bilgi türü teyit edilmediği için değersizdir ve yok sayılır. Bu nedenle öğretim programı toplumsal hiyerarşinin oluşumunda ve sürdürülmesinde belirli bir rol oynar. Müfredatta verilen bilgi ve değerler değişken, akıcı ve diyalektik meydan okumalara açık değil, ‘ön belirlenmiş, nötr ve değiştirilemezdir’” (İnal, 2008:5).
Pedagoji, öğrenci etkileşimi ile öğretmenlerin uygulamalarını, ders kitapları ile müfredatı, kutlamalar ile ritüelleri, eğitim yöneticileri ile eğitsel politikaların savunucularının söylemlerini bir araya getirir. Bu nedenle kavram sınıf ve okulu içerir, ama genel olarak içeriği bu gibi kavramların daha ötesindedir (Ewing, 2010:24). Kapitalist devlet eğitimin içeriğini ekonomik ve toplumsal ihtiyaçlar doğrultusunda belirleyerek, okullarda okutulacak müfredatı hazırlayıp eğitim politikalarını ona göre biçimlendirerek ve eğitimi kısmen finanse ederek emek gücünün bir meta olarak üretimini ve dolayısıyla sermayeleşmesini kolaylaştırmaktadır.
Kapitalist gelişme ile beraber bilimin sorduğu sorular toplumun genel çıkarı adına sorulan sorular değil, sermaye sınıfının kârlılığını artırmaya yönelik sorulardır. Sermayenin rekabette öne geçme ve artı değeri arttırma yarışı piyasanın ihtiyaç duyduğu bilginin önemini arttırmış ve bu durumun kaçınılmaz bir sonucu olarak eğitim süreci aynı zamanda piyasanın ihtiyaç duyduğu bilgilerin üretildiği (değişim değerinin ön planda olduğu) bir alana da dönüşmeye başlamıştır. Bilginin giderek piyasanın denetimi altına girdiği bu süreç, eğitim kurumlarında üretilen bilginin de metalaşmasına neden olmuştur.
Kapitalist ekonomik sistem, eğitimi de kendi ihtiyaçlarına göre şekillendirmektedir. Bu sistemde eğitim, iş gücü piyasasının taleplerine uygun bireyler yetiştirmek için bir araç olarak kullanılmaktadır. Eğitim kurumları, sermaye birikiminin devamını sağlamak amacıyla teknik bilgi ve becerilerle donatılmış bireyler yetiştirir. Bu durum, eğitimin metalaştırılmasına ve içeriğinin piyasa kurallarına paralel olarak belirlenmesine yol açar. Örneğin Türkiye’de özel okulların sayısının hızla artması, eğitimin ticarileşmesi ve piyasalaşması sürecinin kaçınılmaz bir sonucudur. Diğer taraftan eğitimin metalaşması sürecinde sermaye için getirisi olan fen ve matematik gibi bilim dalları gelişirken, sosyal bilimler göz ardı edilmekte, üniversitelerde bazı bölümler kapatılmakta ya da kontenjanları düşürülmektedir.
Eğitimin amacı, bireylerin küçük yaşlardan itibaren zorunlu olarak önceden belirlenmiş standartlara göre biçimlendirilmesidir. Bu şekilde sistemin kurallarına itiraz etmeden itaat eden bireyler yetiştirmek, sistemin yeniden üretiminin sağlanması açısından önemlidir. Toplumun itaatkâr bireylerden oluşması, toplumsal denetimi kolaylaştırır. Çünkü itaat eden, sorgulamayan insanların düzeni değiştirmek için harekete geçirilmesi çok daha zordur. Eğitimin temelleri üzerine yazılan kitaplar, gerek üretici güçlerin yaratılması (örneğin, alt sınıf çocukları için işçi sınıfı meslekleri, üst sınıf çocukları için idari ve profesyonel meslekler) ve gerekse sosyal katman, siyasal hiyerarşi ve kültürel hegemonyanın sürdürülmesi bakımından okulların, toplumda egemen olan düzeni yeniden ürettiği (Ewing, 2010:34) şeklinde yaygın bir görüş vardır.
Eğitim sisteminin yapı ve süreç olarak dönemin koşullarına göre yeniden düzenlenmesi ve müfredat üzerinden içeriğinin yeniden tanımlanması, toplumsal sistemin bütününde meydana gelen değişimin önemli bir parçasıdır. Örneğin bireylerin okul sıralarından itibaren sınavlarda başarılı olmaya zorlanmaları, eğitim-öğretim sürecinden başlayarak ömür boyunca yarışmaya ve rekabete dayanan bir yaşam biçimini benimsemeleri istenir. Okul öncesi eğitimden yükseköğretime kadar eğitim sisteminin her kademesinde eğitim içerikleri müfredat ve ders kitapları üzerinden bu amaca yönelik olarak belirlenir ve eğitim politikaları bu doğrultuda oluşturulur. Söz konusu politikaları oluştururken kullanılan sihirli slogan ise ‘eğitimde fırsat eşitliği’dir.
Eğitimin gerçek toplumsal işlevinin üzerini örten bir ifade olarak kullanılan ‘eğitimde fırsat eşitliği’, toplumda yaşayan herkesin teorik olarak eğitime erişimde ‘eşit şansa’ sahip olduğu varsayımına dayanır. Oysa kapitalizme içkin olan derin ekonomik ve toplumsal eşitsizlik koşulları, farklı toplumsal sınıflara mensup bireylerin eğitime eşit koşullarda erişimi konusunda eşit fırsata sahip olmasının mümkün olmadığını açıkça göstermektedir.
Herkese eşit eğitim fırsatları sunmak, herkesin eğitim hakkından eşit koşullarda yararlandığı anlamına gelmez. Bireylerin sosyoekonomik yaşam koşulları, anadilleri, yetenek farklılıkları ve sağlık durumları onlara farklı eğitim olanakları sunulmasını gerektirebilir. Bu nedenle bir bütün olarak eğitime erişimi sağlamak açısından ‘eğitimde fırsat eşitliği’ yerine, ‘eğitim hakkı’ kavramını benimsemek daha doğrudur. Kapitalist sistem, eğitimde eşitsizlikleri ve adaletsizlikleri derinleştirirken, eğitim hakkı mücadelesi bu eşitsizliklerle savaşarak herkes için nitelikli ve eşit eğitim sağlamayı hedefler. Bu mücadele, eğitimin metalaşmasına ve ticarileşmesine karşı çıkarak, eğitimin kamusal bir hizmet olarak sunulmasını gerektirir.
Resmi müfredat, devlet tarafından belirlenen ve okullarda öğretilmesi zorunlu olan ders içerikleri ve eğitim hedeflerini kapsar. Bu müfredat, belirli standartlara ve ölçütlere göre hazırlanır ve öğretmenler tarafından öğrencilere aktarılır. Ancak, resmi müfredatın yanı sıra, eğitim sürecinde gizli bir müfredat da mevcuttur. Gizli müfredat, eğitim sisteminde resmi müfredatın dışında kalan ve öğrencilerin bilinçaltına yerleşen gizli mesajlar ve normları içerir. Bu müfredat, öğrencilerin düşünce yapısını ve davranışlarını şekillendirmede önemli bir rol oynar, ancak çoğu zaman fark edilmez. Çünkü gizli müfredat, toplumun mevcut güç ilişkilerini ve hiyerarşilerini pekiştiren unsurlar içerir. Örneğin, toplumsal cinsiyet rolleri, sınıfsal ayrımlar ve etnik farklılıklar gibi konular, gizli müfredat yoluyla öğrencilere aktarılır ve bu şekilde da toplumsal eşitsizliklerin devam etmesi sağlanır.
Apple’a göre (2006:57-70) gizli müfredat, özellikle iş yerinde açığa çıkan kapitalist mantık ve ussallığı koruyup sürdüren belirli anlayışları (iş, otorite, toplumsal kurallar ve değerler gibi) meşrulaştıran toplumsal ilişkileri belirtmektedir. Örneğin Türkiye’de okullarda okutulan resmi müfredatta eşitlik ve adalet gibi evrensel değerlere vurgu yapılırken gizli müfredat yoluyla toplumsal cinsiyet rolleri veya sınıfsal ayrımları olağanlaştıran çok sayıda örnek vardır.
Kapitalizmde okullar, sermaye birikiminin devamını sağlamak amacıyla teknik bilgi ve becerilerle donatılmış bireylerin yetiştirildiği kurumlardır. Bu durum, eğitimin metalaştırılmasına ve piyasa koşullarına uyumlu hale getirilmesine yol açar. Türkiye’de geçtiğimiz 22 yıl içinde somut olarak görüldüğü gibi, eğitimde yaşanan ticarileşme ve eğitim hizmetlerinin büyük ölçüde piyasalaşmasının özel öğretim oranını 8 kat arttırması bu sürecin sonucudur.
Okulun devletin bir aygıtı olarak oynadığı rol, devletin karşılaştığı birikim ve meşruiyet sorunlarıyla yakından ilgili olduğu gibi genel olarak da üretim tarzıyla ilgilidir. Okul aynı zamanda egemen sınıfın işçi sınıfı başta olmak üzere, diğer toplumsal sınıflar üzerinde toplumsal denetim ve egemenlik kurmasını sağlayan kurumların başında gelmektedir. Kapitalizmde okulların örgütlenmesi müfredatın içeriğinin belirlenmesi ve uygulanmasından, öğrencilerin seçimi ve onları yetiştirme biçimlerine kadar egemen sınıfın alt sınıflar üzerinde hegemonya[3] kurmasına hizmet edecek niteliktedir.
YENİ MÜFREDATIN TEMEL DAYANAKLARI
Türkiye’de özellikle 1980 sonrası dönemde eğitim müfredatının (öğretim programlarının) oluşturulmasında, kapitalist sömürü sisteminin uygulamasına dayalı piyasa ve din merkezli yaklaşım belirleyici olmuştur. Eğitim politikalarını belirleyen yasalar ve düzenlemeler, müfredatın içeriğini ve yapısını doğrudan etkilemiştir. Bu politikalar, hangi konuların ve değerlerin eğitimde vurgulanacağının belirlenmesi açısından önemlidir. Bu noktada müfredat başta olmak üzere okullar, sınıflar, öğretmen ve öğrenciler, özellikle son yıllarda, iktidarın siyasi ve ideolojik dayatma ve müdahalelerin merkezinde yer almaktadır. Bu bağlamda, AKP hükümetlerinin eğitim alanında son 22 yıldır benimsediği ve hayata geçirdiği eğitim politikaları tarihsel süreçte şekillenmiş burjuva ideolojisinin eğitim alanındaki tüm ‘gerici’ yansımalarını somut olarak ortaya koymaktadır.
Türkiye’nin eğitim politikaları, uzun yıllar boyunca ideolojik bir yönlendirme aracı olarak kullanılmıştır. Eğitim sisteminin dayanak noktasını oluşturan ‘talim’ ve ‘terbiye’ kavramları, öğrencilerin belirli bir ideolojik çerçevede yetiştirilmesini hedeflemiştir. Ağırlıklı olarak dini ve milli değerlerin ön plana çıkarıldığı müfredatlar, öğrencilerin eleştirel düşünme becerilerini geliştirmek yerine, mevcut siyasal-ideolojik yapıyı içselleştirmeyi hedeflemiştir. Bu durum, eğitimin bilimsel niteliğine zarar verirken, öğrencilerin özgür düşünceye dayalı bir eğitim almasını büyük ölçüde engellemiştir.
Türkiye’deki mevcut eğitim politikaları üzerinden bakıldığında daha çok terbiye etmek kavramıyla özdeşleşen eğitim uygulamalarıyla okul sistemi içinde çocuk ve gençleri yetiştirmek, büyütmek, talim ettirmek ve alıştırmak, toplumun çoğunluğunun benimsediği ahlaka, değer yargılarına, gelenek ve göreneklerine uygun davranmasını sağlamak hedefleri ön plana çıkmaktadır. Bu türden bir eğitim anlayışında eğitilen kişinin istekleri, nasıl ve ne şekilde eğitileceği konusunda herhangi bir talep, eğilim ya da iradenin belirleyici olması söz konusu değildir.
Ülkelere göre farklılık göstermekle birlikte okullarda uygulanacak müfredat kimi ülkelerde öğretmenler tarafından oluşturulmakta ve okulun bulunduğu çevreye, öğrencilerin özelliklerine göre içerik ve biçim kazanmaktadır. Son dönemlerde gerçekleştirilen yasal düzenlemelerle öğretmenlerin bu geleneksel rolleri elinden alınırken, müfredat merkezileşmiş ve öğretmenler program oluşturma sürecinin dışına çıkarılmıştır. Okullarda eğitim öğretim faaliyetinin nasıl yapılacağı, emek sürecinin nasıl örgütleneceği, ders içerik ve biçimlerinin nasıl oluşturulup düzenleneceğinin tanımlandığı programlar bunları uygulayacak olan öğretmenler sürece dahil edilmeden oluşturulmaktadır (Buyruk, 2015:162). Bu durumun benzerlerini geçtiğimiz yıllar içinde yapılan tüm müfredat değişikliklerinde görmek mümkündür.
Müfredatın çocuk ve gençlerin, ülkenin gerçek ihtiyaçlarından çok, iktidarın siyasal-ideolojik çizgisine uygun hale getirilmesinin en somut yönü, eğitim kurumlarında, özellikle okullarda hangi bilgilerin, nasıl ve hangi araçlar kullanılarak verileceği konusudur. Apple’a (2006) göre müfredat, toplumun hangi bilgileri değerli ve önemli gördüğünü seçerek belirler. Bu seçimler, eğitim sisteminin ideolojik yapısını yansıtır. Müfredatın içeriği, egemen ideolojileri ve toplumsal yapıdaki mevcut güç ilişkilerini yeniden üretmesi açısından önemlidir. Bu nedenle müfredatın içeriği, toplumsal ve politik çıkarları temsil eden iktidarların sıkı denetimi altındadır.
Müfredat ve ders kitapları, iktidar ilişkileri dışında, basit ve teknik bir eğitim materyalleri olarak ele alınamaz. Toplumdaki sınıf ilişki ve çelişkilerinin yeniden üretiminin araçları olarak da kullanılan müfredat ve ders kitaplarının egemen sistemin, bugün için tek adam rejiminin kendini koruma ve kollamasında ‘pedagojik’ görünümlü bir işlev kazandırmaya çalışıldığı açıktır. Söz konusu koruma ve kollama işinin, eğitim ortamlarında bir yığın bilgi aktarımı[4], düşünce ve pratik içinde kimi zaman açık kimi zaman da gizli olarak yerine getirilmesi süreci müfredat değişiklikleri üzerinden hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. Mevcut iktidar, insana nasıl yaklaşıyor, nasıl bir insan yetiştirmek istiyor, yetiştirdiği insanda hangi özellikler görmeyi hedefliyorsa yeni müfredatı da ona uygun bir şekilde hazırlamıştır.
Yeni müfredatın üzerine oturduğu mantık, çağdaş yaşamın şartlarına uyum ve uyarlanabilme beklentisi üzerinden geçmiş ve tarihin değerleri baz alınarak muhafazakâr bir toplum inşa etmektir. Bu toplum, müfredatta aşırı soyut, kuramsal ve şematik dil ve mantığa sinen bir tür çatışmasız, çelişkisiz ve gerilimsiz bir sosyal gerçeklik tasavvuruna dayandırılmaktadır. Bu idealizasyon aslında, muhafazakâr kafada yer edinmiş olan köklü bir İslami mühendislikten ilham almaktadır. Müfredatlarda her şeyi planlama, hiçbir şeyi boş bırakmama, alabildiğine kusursuz bir resim çizme, geleceği öngörme ve geçmişi günümüzde yeniden kurma anlayışı bir tür totaliter muhafazakâr toplumu din gibi kapsayıcı dogmatizm üzerinden kurmaya soyunmaktadır (Eğitim Sen, 2024:16).
Ülkeyi ve gelecek nesilleri yakından ilgilendiren müfredatı gibi bir konuda, eğitimin siyasal ve ideolojik olarak iktidara yakın çevrelerin müdahalesiyle içerik olarak daha da geriye götürülmesi söz konusudur. Nitekim müfredatta yüzde 35 oranında ‘sadeleştirme’ yapıldığı iddiasıyla doğrudan bilim, tarih, felsefe ve sanat dersleri hedef alınmıştır. Bazı derslerde ünite ve kazanım sayılarının azaltılarak ‘tek din, tek mezhep ve tek kimlik’ üzerinden ağırlıklı olarak hem ‘dini’, hem de ‘milli ve manevi’ öğeler ve referanslarla donatılmış bir müfredat oluşturulmuştur.
Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi başta olmak üzere, eğitim biliminin en temel ilkelerini göz ardı ederek hazırlanan müfredat eğitimin ve toplumun ihtiyaçları yerine siyasi iktidarın dünya görüşü doğrultusunda oluşturulmuştur. Başta tarih dersleri olmak üzere, hemen her program taslaklarında milliyetçilikle, militarizmle, yarışmacılıkla yoğrulmuş, sanatsal ve estetik yönü bulunmayan, Türk İslam anlayışı temelinde belirlenmiş dinsel söylem ve ritüellere yaslanan mevcut müfredat anlayışı, yapılması planlanan program değişiklikleri ile daha da pekiştirilmektedir (Eğitim Sen, 2024:36).
Bir ülkenin eğitim sistemi, içinde bulunduğu toplumun gerçekliğini yansıtan bir ayna gibidir. Kapitalist sistemde, eğitimin çelişkili ve çatışmalı bir karaktere sahip olması, okulun basit bir toplumsallaştırma aracı olmadığının göstergesidir. Son müfredat değişiklikleri ile okul öncesi eğitim dahil, eğitimin tüm kademeleri ‘dini’ ve ‘milli’ yaklaşımlarla yeniden düzenlenmektedir. Bu süreçte, okullar eğitim kurumu olmaktan uzaklaştırılmakta ve müfredat aracılığıyla öğrencilere ‘itaat’ ve ‘sadakat’ kültürü aşılanmaya çalışılmaktadır. Bu durum okulların birer ‘terbiye ve ıslah merkezi’ haline getirilmeye çalışıldığını göstermektedir.
Kapitalist toplumda ‘görece özerk’ bir toplumsal alan olarak görülen okulu, kitleler açısından hem ‘tahakküm ve denetimin’ hem de özgürleştirmenin yaşandığı ve öznelerin (öğrenci ve öğretmenler) egemen ideolojiyi edilgen bir şekilde kabul etmek yerine çeşitli direniş ve mücadele biçimleri geliştirdikleri bir mücadele alanı olarak görmek gerekir. Bu durum aynı zamanda eğitim bileşenlerinin (öğrenci, öğretmen, veli vb) birlikte ve örgütlü hareket etmesini gerektirmektedir.
Freire’ye göre eğitim (1995:59), öğretmenlerin ve öğrencilerin aynı anda hem öğrettiği hem öğrendiği, bilgiyi birlikte araştırdıkları diyalogcu bir süreç olarak görülmelidir. Böylece öğretmen ve öğrenciler, içinde herkesin büyüdüğü bir sürecin sorumluları haline gelebilirler. Bu süreçte ‘otorite’ye dayalı gerekçeler artık geçerli değildir; artık etki edebilmesi için otorite, özgürlüğün karşısında değil yanında olmalıdır.
SONUÇ
Eğitim sistemi açısından öğrencilere verilecek bilgiyi belirlemek ve seçmek, öğretim programları ve ders kitapları üzerinden öğrencilere aktarmak başından sonuna siyasal bir nitelik taşır. Bu durum geçmişte de böyleydi, bugün ve gelecekte de böyle olacak. Dolayısıyla nasıl bir değişiklik yapılırsa yapılsın, müfredatta yapılan değişiklikleri eğitimin siyasal niteliğinden ayrı ya da bağımsız değerlendirmek mümkün değildir.
Eğitimin örtük işlevleri arasında kapitalizmin emek-gücü gereksinimini karşılamak ve yeniden üretmek vardır. Bu noktada eğitim öğrencileri yetenekleri doğrultusunda üretimin çeşitli aşamaları için yetiştirirken, söz konusu yetişme süreci birçok bakımdan teknik düzeyde görülür ve sorgulamaya kapalıdır. Bu süreçte öğrenci çok fazla konuda ama yüzeysel olarak bilgi sahibi olmaktadır. Türkiye’de mevcut eğitim sistemi içinde bu durumu haklı gösterecek sayısız örneğe rastlamak mümkündür. Öğrencinin günlük hayatta işine yaramayacak konuların ısrarla müfredatta tutulması, aşırı ders çeşitliliği ve yükü, derslerde çok fazla konu ele alınması ve bunların yüzeysel geçilmesi kültür-sanat, spor, beceri vb gibi derslerinin saatlerinin azaltılması ya da bu derslerin değersizleştirilmesi gibi uygulamalar bu duruma örnek olarak verilebilir.
Eğitim sisteminde yaşanan dönüşümlerin, içinde bulunulan ekonomik, toplumsal ve siyasal sistemin amaçları ve gelişim süreçleriyle yakından ilişkili olduğu unutulmamalıdır. Burada sadece ekonomik düzey değil, sınıflar arası güç ilişkileri, toplumsallaşma süreçleri, cinsiyet eşitsizlikleri, ideolojik konumlar vb. gibi oldukça karışık ilişkiler devreye girmektedir. Bu nedenle eğitim sistemi ve okullar ya tamamen egemen ideolojiye teslim edilecek ya da çocuk ve gençlerin nasıl bir eğitim alması, nasıl bir toplumda yaşaması isteniyorsa, onun için mücadele edilecektir. Bu noktada bireylerin toplumsal, ekonomik ve siyasal gerçekliklerini eleştirel, devrimci bir şekilde anlamaları ve sistemi kendi sınıf çıkarları doğrultusunda dönüştürmeleri için harekete geçmeleri ayrı bir önem taşımaktadır.
Eğitim hakkı mücadelesi, eğitimin metalaşmasına ve ticarileşmesine karşı durarak, eğitimin kamusal bir hizmet olarak sunulmasını ve herkesin bu hizmetten göstermelik olarak değil, gerçek anlamda ve eşit koşullarda yararlanmasını içermelidir. Kapitalizm koşullarında bu mümkün olmadığından kapitalizm ve eğitim hakkı mücadelesi, birbirine taban tabana zıt iki yaklaşımı ifade etmektedir. Eğitimi, insanı özgürleştiren bir süreç olarak yeniden kurabilmek için öncelikle kapitalist toplumu ve kapitalist eğitimi anlamak, onun sınıf farklılıklarını meşrulaştıran, çatışmalı ve çelişkilerle dolu niteliğini doğru çözümlemek gerekir. Söz konusu çözümleme süreci bilginin ve eğitimin metalaşması/sermayeleşmesi temelinde yapılmalı ve insanlığın yaşamın bütün alanlarını kendi ihtiyaçları doğrultusunda düzenleyen kapitalist sistemden tamamen kurtuluşunu hedeflemelidir.
KAYNAKÇA
APPLE, Michael (2006), Eğitim ve İktidar, çev: Ergin Bulut, Kalkedon yayınları, İstanbul.
BELLINGTON, Ray (2011), Felsefeyi Yaşamak, çev: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı yayınları, İstanbul.
BUYRUK, Halil (2015), Öğretmen Emeğinin Dönüşümü, İletişim yayınları, İstanbul.
EĞİTİM SEN, Eğitim Müfredatı Değişiklikleri Değerlendirme Raporu, Haziran 2024, Ankara.
EWING, Thomas E. (2010), “Eğitimin Temellerini Sarsmak”, Pedagoji ve Devrim içinde, çev: Kadir Dede, Dipnot yayınları, Ankara.
FREIRE, Paulo (1995), Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Dilek Hattatoğlu ve Erol Özbek, Ayrıntı yayınları, İstanbul.
HERN, Matt (2008), Alternatif Eğitim, çev: Eylem Çağdaş Babaoğlu, Kalkedon yayınları, İstanbul.
İNAL, Kemal (2008), Eğitim ve İdeoloji, Kalkedon Yayınları, İstanbul,
MARX, Karl (2013), Kapital 1. Cilt, çev: Mehmet Selik ve Nail Satlıgan, Yordam Kitap, İstanbul.
SPRING, Joel (1997), Özgür Eğitim, çev: Ayşen Ekmekçi, Ayrıntı yayınları, İstanbul.
[1] Pedagoji, eski Yunancada çocukları yönlendirmek ya da rehberlik etmek anlamına gelen ‘Paidagogia’ kelimesinden türemiştir. Antik Yunanda pedagoglar, sahiplerinin yani özgür yurttaşların oğullarının (o dönem kız çocuklarının eğitim alması yasaktır) eğitimlerini denetleyen kölelerdir. O dönem çocuğun yetiştirilmesinde görevli köleler olarak çocukları okula götüren, çantasını taşıyan, onların bakımı ile uğraşan kişilere pedagog (paidagogos) denilmiştir. Kelime, Latincede ‘çocuk eğitimi’ anlamına gelmektedir.
[2] Burada kullanım değeri olarak eğitimi (educere) bilimsel bilgiyi ve gerçeğin bilgisini aramak; değişim değeri olarak eğitimi (educare) ise sermayenin kârlılığı için gerekli olan metalaşmış bilgi ve eğitim olarak ifade etmek mümkündür.
[3] Hegemonya, egemen sınıfın savunduğu değerlerini, normlarını ve inançlarını genel olarak kabul görmüş gerçekler olarak sunma sürecini ifade eder. Kapitalist eğitim sistemi, söz konusu değer, inanç ve normları öğrencilere aktararak toplumsal düzeni tamamen kendi denetimi altında sürdürmeye çalışır.
[4] Freire’ye (1995) göre eğitim ve bilinçlenme birbirine sıkı sıkıya bağlı iki temel kavramdır. Bu kavramlar, eğitimin sadece basit bir bilgi aktarımı süreci değil, aynı zamanda bireylerin ekonomik, toplumsal ve politik gerçekliklerini eleştirel bir şekilde anlamaları ve bu gerçeklikleri dönüştürmeleri sürecini ifade etmektedir.