Parla Onuk[1]
Türkiye bugün 500 milyar doları aşkın dış borç rakamlarıyla tarihinin en yüksek seviyelerini test etmeye başladı. Öte yandan enflasyonun bir türlü istenilen seviyelere indirilememesi ve hayat pahalılığı, insanların kafalarında Türkiye ekonomisinin geleceğine dair karamsar bir tablo çizmelerine sebep oluyor. Bugün bu yazıda size Türkiye’nin geçmişindeki dış borçla olan imtihanını açıklayacak ve gelecekte ülkeyi nelerin beklediğine dair birtakım tespitlerde bulunacağım. Hadi başlayalım.
Sene 1978… Türkiye ağır dış borç yüküyle ekonomisinde zor günler geçiriyordu. Keza ithal mal bulunamaz hale gelmiş, fabrikalar ise sürekli yaşanan elektrik kesintilerinden atıl kapasite ile çalışmaktaydı. Hemen IMF kapıya dayandı ve 19 Temmuz 1979 yılında yeni bir stand-by anlaşmasıyla Dövize Çevrilebilir Mevduat (DÇM) hesaplarından kaynaklanan borçları kamu borcuna dönüştürülerek 7 yıl süre ile erteledi. Nitekim bu dönemde borç yükünün artışına yol açan en önemli enstrümanlardan biri DÇM hesaplarıydı. İlk kez 1967 yılında uygulamaya konulan bu sistemle hükümetin döviz, özel sektörün de kredi elde etmesi planlanmıştı. Şöyle ki, DÇM hesabına döviz yatıran kişi veya kuruluşlar arzu ettikleri taktirde paralarını faiziyle birlikte döviz veya o günkü cari kur üzerinden TL karşılığı olarak geri almaktaydı. Bankalarda tutulan bu hesaplar karşılığı döviz olan TL cinsinden mevduat hesaplarıydı. Fon girişleri ile büyüyen hesapları bankalar, iç piyasadaki özel ve tüzel kişilere kredi olarak kullandırdılar. Herhangi bir kur riski ise bankalar açısından söz konusu değildi. Çünkü devlet bankalara kur garantisi vermişti. Kısacası bankalar Türkiye’deki şirketlerin dış finansmanına aracı oldular ve devlet de bu mevduatların garantörlüğünü üstlendi.[2]
Stand-by anlaşmasının devamı niteliğinde olan 24 Ocak 1980 Kararları ise tıpkı yıllar sonra Meksika ve diğer borçlu ülkelere dayatılacağı gibi borçlu ülkelerin neoliberalizm kisvesi altında yeniden dönüşümünü temsil etmekteydi. Nitekim devlet kesiminin küçültülmesi, KİT’lerin özelleştirilmesi, dış ticaret ve sermaye piyasalarında serbestleşme, vergilerin azaltılması ile ekonomik açıdan Türkiye adeta başka bir çehreye bürünüyordu.
Dayatılan özelleştirme politikaları, 80’li yıllarda borç krizine sürüklenen ülkeler için alacaklı ülkelerin ortaya koyduğu yegâne çözümdü. Gelişmiş ülkelerdeki durgunluk yeni yatırım alanlarıyla aşılabilecek, borçlu ülkelerden hisse senedi alınarak borç ödemeleri garanti altına alınabilecekti. Nitekim öyle de oldu. Türkiye açısından özelleştirmeler çerçevesinde iç maliyetleri düşürebilmek adına ücretli kesimin yaşam koşulları zorlaştırıldı. Ücretler enflasyon karşısında hızla eridi. Dahası Eylül 1980’deki askerî rejimi takiben devlet eliyle yeni bir rantiye sınıfı yaratıldı. Gelir dağılımı ise hızla bozuldu.
IMF 1980’lerde büründüğü bu yeni görevini günümüze değin aynı istikrarla sürdürüyor. Ne zaman bir ülke borç krizine sürüklense adeta bir “üst akıl” gibi borçlu ülkelerin mali işlerine müdahale ediyor ve kemer sıkma politikaları dayatıyor. Zira borçlu ülkelerin alınan borçları iyi yönetemediğini ve kendi iç dinamiklerine özgü nedenlerden dolayı krize sürüklendiklerini düşünüyor. Bu yüzden IMF, bu “beceriksiz” ülkelere yaptırım uygulamaktan geri durmuyor. İşte ben tam da bu anlayışı eleştirerek bir kitap kaleme aldım. Eğer bu yazı ilginizi çekerse Borç Sarmalı: Dış Borcun Ekonomi Politiği isimli kitabımı okuyabilirsiniz. Kitap, 1800’lerden itibaren sermayenin geçirdiği dönüşümü odağına alıyor ve bu çerçevede şekillenen ülkelerin güç ilişkilerini irdeliyor. Bu ilişki içerisinde dış borcun taşıdığı önemi, ülke örnekleri üzerinden okuyucuya adeta tarih denizinde sörf yapma olanağı sunarak anlatıyor. Türkiye ise ayrı bir bölümde inceleniyor. Bu kitaptaki asıl amacım, IMF’nin dayattığı ve sonrasında bu bahaneyle ülke ekonomilerini şekillendirdiği dayanakları yıkmak ve borçlu ülkelerin nasıl dış dinamiklerle krize koşulsuzca sürüklendiklerini açıklayabilmek. Bu yazının devamında size sadece Türkiye’nin yaşadığı macerayı anlatarak aslında bu asimetrik yapıyı anlatmaya çalışacağım. O zaman devam edelim.
Türkiye’nin 1980’lerde içine sürüklendiği gerek siyasi gerekse ekonomik çalkantıları anlayabilmemiz için işin arka planına bakmakta fayda var. 1980’lerde sadece Türkiye değil başta Latin Amerika ve Afrika’daki birçok ülke borç krizine sürüklendiler. Öyle ki, istatistiki verilere baktığımızda yabancı sermayenin 1970-81 döneminde yüksek oranda bu ülkelere aktığını tespit edebiliriz.[3] İlaveten yine aynı ülkeler bir iki yıl arayla temerrüt ilan etmişlerdir. Yani borç ülkeler alacaklılar tarafında kısa zaman dilimlerinde birdenbire yüksek oranda borçlandırılmış ve yine bu ülkeler bir anda krize sürüklenmiştir. Demek ki burada gerek yüksek borçlanma gerekse kriz süreçlerinde aynı kaderi paylaşan ülkeler var. O zaman küresel bir takım ortak dinamiklerin bu süreçlerde etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Şimdi dönemin gelişmelerini kısaca anlatalım.
1950’ler ve 1960’lar, reel sektörde yaşanan gelişmeler ve sermayenin oluşum süreci ile ilgili önemli ipuçları barındırır. Bu yıllarda ABD önderliğinde gelişmiş ülkelerdeki hızlı ekonomik büyüme oldukça dikkat çekicidir. Bu büyüme hızının ardındaki etkenlere bakıldığında, teknolojik yeniliklerin ve uluslararası şirketlerin faaliyetlerinin oldukça etkin olduğu söylenebilir. 1920’lerin öncü sanayi kolları bu dönemdeki teknolojik yeniliklerin itici güçleri oldular. Otomobil endüstrisi bunun en çarpıcı örneğiydi. Fordist üretim şekli ile orta sınıfı hedef alarak üretim yapan imalat sektörü küresel sermayeyi arttıran temel etkenlerden biriydi. Bu sektörün gelişmesi ile merkez ülkeler arasında yapılan ticaret, zamanla sermaye birikimine ivme kazandırdı. Aynı zamanda ABD’nin kurduğu para sistemi ile uluslararası faaliyetler adeta sorunsuz işledi. Ancak bu tablo 1970’lerde çatırdamaya başladı. Kapitalist sistemin sonucu olan aşırı üretim, bir süre sonra gelişmiş ülkelerde kâr oranlarının azalmasını beraberinde getirdi. Aynı zamanda küresel enflasyon tehdidi ve mevcut para sisteminin yıkılması ile birtakım problemlerle karşı karşıya kaldılar. 1970 yılı, ABD ekonomisinin dip yaptığı sene oldu. Durgunluğun aşılabilmesi için çevre ülkelere yönelmek neredeyse zorunluluk halini almaya başlıyordu. İşte böyle bir ortamda petrol krizi patlak verdi. Bu krizin etkisi ile petrol ihraç eden ülkelerin ellerindeki fonlar, uzun zamandır Londra’ya akan küresel likidite ile birleşti ve ihraç edilmeye hazır devasa bir fon birikimi ortaya çıktı. Bu birikim reel faiz oranlarını düşürdü ve 1970-81 döneminde çevre ülkeler yüksek oranda borçlandırıldı. Başta Latin Amerika olmak üzere Asya, Avrupa ve Afrika’ya kadar dünyanın neredeyse her ülkesini kapsayan bu borçlanma döneminin, o zamana kadar eşi benzeri görülmemişti. Ticari bankalar yaratılan bu balonun en büyük aktörleriydi. Sadece fonları ihraç etmekle kalmayıp, borç enstrümanlarını çeşitlendirerek ülkelere borçlanma olanakları açısından geniş bir yelpaze sundular. Ancak ABD’de faiz oranlarının aniden yükselmesi (Volcker Şoku), uluslararası likidite kesintisi, ihracat gelirlerinin düşmesi gibi nedenlerle zamanla borç yükleri artan ülkeler borç servisi problemleri ile karşı karşıya kaldılar. 1970’lerin sonlarına doğru Avrupa’da sinyalleri alınan kriz, 1982 yılında Meksika’nın temerrüde düşmesi ile gün yüzüne çıktı. Beraberinde birçok ülke iflaslarını açıkladı. Türkiye’nin de içinde bulunduğu bu kriz döneminde IMF her ülkeye aynı reçeteleri sundu. Ne var ki, bu ülkeler gelişmiş ülkelerdeki durgunluğun neticesiyle kısa bir süre içerisinde aniden borçlandırılmış ve yine özellikle merkezdeki dinamikler çerçevesinde (yüksek faiz oranı, uluslararası likidite kesintisi vb.) nedenlerle yine aynı sürelerde krize sürüklenmişlerdi. Demek ki, borçlu ülkelerin iç dinamiklerinden ziyade dış dinamiklerin yönlendirdiği başka bir borç-alacak ilişkisi söz konusuydu.
Gelgelelim 1994 ve 2001 krizlerine… Türkiye’nin içine sürüklendiği bu iki borç krizinin ilki olan 1994 krizi tamamen dönemin beceriksiz hükümetine atfedilir. 2001 krizine ilişkin analizlerde ise dış dinamiklerin etkisi biraz daha kabul edilir. Öncelikle, yine istatistiki veriler incelendiğinde, dünya genelinde 1990-96 yıllarında yoğun çaplı sermaye hareketlerinin yaşandığını söyleyebiliriz.[4] Peki bu akımı şekillendiren şey neydi? Yine 1980’lerdeki benzer kurgunun söz konusuydu. Şöyle ki, bu kadar büyük sermaye hareketinin arka planında yine teknolojik bir yenilik yatıyordu. O da telekomünikasyon ve bilişim sektöründe yaşanan gelişmelerdi. Bu gelişmelerin önünü açmak için devletler imalat sektörünün maliyetlerini düşürmekte önemli bir görev üstlendi. ABD’nin başını çektiği ve sonrasında Avrupa’da da görülen emek kesimi aleyhine uygulamalar ücretleri uzun yıllar baskıladı. Bu sayede imalat sektörünün maliyetleri bir nebze azaltıldı. Yine üretim modelinde yaşanan değişimler neticesinde, emek yoğun sektörler çevre ülkelere kaydırılarak maliyetler düşürüldü ve katma değeri yüksek ürün üretimine ağırlık verildi. Bu sayede telekomünikasyon ve bilişim sektörlerinde önemli adımlar atılması sağlandı. Devlet eliyle şekillenen bu üretim yapısı, teknolojik yeniliklerin önünün açılması açısından son derece mühimdi. Zira gelecek yıllar, dünya ekonomisinin bu yeniliklerin önayak olduğu devasa sermaye birikiminin etrafında yeniden şekillenmesine tanıklık edecekti. Nitekim öyle de oldu. Plaza Anlaşması ile doların değerinin düşük tutulması ABD’nin ihracat gelirlerini katladı. Beraberinde kuşkusuz fon birikimi de artış gösterdi. Daha da önemlisi, dolar karşısında para birimleri yükselişe geçen Japonya, Almanya gibi ülkelerin, piyasayı canlandırabilmek adına faiz oranlarını düşürmeleri ve genişletici para politikası uygulamasına giderek likidite artışını alevlendirmeleriydi. Bu uygulamalar ABD’de de benzer şekilde görülünce, çevre ülkelere sermaye ihracı hız kazandı. Latin Amerika 1994 yılına kadar pastadan büyük bir pay almayı başardı. Ancak Meksika’da patlak veren borç krizi sonucu sermaye yönünü Doğu ve Güneydoğu Asya hatta dağılan Sovyetler Birliği ülkelerine çevirdi. Meksika’nın borç krizi, IMF’nin kısa süreli müdahalesi ile büyük bir ses getirmeden önlenebilmişti. Bu sayede sermaye hız kesmeden diğer ülkelere akmaya devam etti. Nitekim 1980’lerde görüldüğü gibi geniş çapta bir borçlanma ile karşı karşıya kalındı.
Cazip faiz getirileri sunan çevre ülkeler, dış konjonktürdeki sermayeyi çekebilmek için para birimlerini dolara bağladılar. Bu hamle, ülkelerin kısa zaman diliminde borç rakamlarını katladı. Ancak borçlardaki büyüme, bu ülkeleri merkeze büyük oranda bağlamakla kalmıyor, aynı zamanda kırılganlıklarını da giderek arttırıyordu. Öyle ki, Ters Plaza Anlaşması olarak anılan anlaşmayla doların değerinin yükselmesi, borçlu ülkelerin adeta felaketi oldu. İhracat gelirleri hızla düşen ülkeler, borçlarını artan dolar karşısında döndürmekte zorlanırken, bir de ABD’nin faiz artışına yönelmesi yabancı sermayeye ket vurarak ülkeleri büyük bir çıkmaza sürükledi. Likidite kesintisi ve artan borç yükleri yüzünden şirketler sırayla iflas etti. 1997 ve 1998 yıllarında Asya’da borç krizi ile yaşanan bu panik hızla bütün dünyayı sardı. Rusya Federasyonu, Latin Amerika, Güney Afrika da krizden nasibini aldı. Türkiye ise yine önce 1994’te sonrasında 2001’de yaşadığı krizle bu süreçten nasibini aldı.
Türkiye ekonomisi 1980’lerde, 24 Ocak Kararları ile ithal ikame modelinin terkedildiği ve özelleştirmelerin hız kazandığı bir sürece doğru sürüklendi. İlk on yıllık dönemde bu amaçlar doğrultusunda önemli adımlar atıldı. Askerî yönetim altındaki 1980-83 süreci, ticaretin serbestleştirilmesi ile karakterize edildi. Aynı zamanda kamunun borçlanma gereksinimi de büyük ölçüde azaltıldı. Ardından 1984-87 sivil idare döneminde de dış ticarette reformlar desteklendi. Dahası 1989’da enflasyonla mücadele amaçlı bir program kapsamında tarifeler büyük oranda düşürüldü. 1990 yılına adım atıldığında ise neredeyse tüm miktar ve fiyat kısıtlamaları kaldırılmıştı.
Özal politikalarının bel kemiğini ihracat konusu oluşturuyordu. Nitekim ihracata konu olan malların uluslararası arenaya güçlü çıkmasına yönelik önemli adımlar atıldı. Bunun için firmaların kendi hesaplarıyla değil de belirli mali yeterlilik ve satış kapasitesindeki firmaların iç piyasadan ürünleri toplayıp tek elden ihracata yönelmesi politikası hayata geçirildi. Ne var ki, bu politika ana üreticiler aleyhine, az sayıdaki ihracatçı firmanın ise lehine çalıştı. Şöyle ki, ihracat gelirlerinden büyük payı kendileri alan büyük aracı ihracatçı firmalar, aracı kârını şişirip ana üretici firmaları zor durumda bırakıyordu. Yine de bu politikayla ihracatta belirli bir yol alınabildiği söylenebilir. Ancak cari açığın kalıcı olarak kapatılma hedefinin gerçekleştirilemediği aşikârdı.
Tek yenilik elbette ki sadece dış ticaret ile sınırlı değildi. Sermaye hesabının serbestleştirilmesi bir diğer öncelikli konuydu ve yine kademeli olarak gerçekleştirildi. Öncelikle 1984’ten itibaren Türk vatandaşlarının döviz cinsinden mevduat tutmasına izin verildi. Sonrasında 1988’den başlayarak iki yıl içinde sermaye hesabının serbestleştirilmesi süreci tamamlandı. Sermaye akımları dış hesaplarda tamamen serbestleştirildi. Bu durum bütün çevre ülkelerde olduğu gibi faiz oranlarını hızla yükseltiyordu. İlaveten 1989’da yapılan döviz kuru değerlemesi ile yürürlüğe konan tarife indirimleri, ithalatta olağanüstü artışı beraberinde getirerek 1990 yılında dış ticaret dengesinin iyice kötüleşmesine yol açtı. Özetle, bu on yıllık süreç kontrolsüz sermaye hareketlerini ve dış dengesizlikleri sonraki döneme miras bıraktı. Öyle ki, GSMH’nin bir payı olarak dış ticaret açığı 1992 yılında yüzde 3 iken, ertesi yıl yüzde 8,5’e kadar yükseldi.
Zaten geçmiş dönemlerden itibaren kronikleşen dış ticaretteki açıklar, serbestleşme adı altında yapılan düzenlemelerle sürekliliğini daha da pekiştirmiş oldu. Bu çerçevede 90’ların başından 1994 yılında yaşanan krize kadar ülke önemli miktarda borç yükü biriktirdi. Bu borç yükü ağırlıklı olarak iç borçlardan kaynaklanıyordu. Ancak kamuyu iç borçlanmaya yönelten neden de yeterli dış kaynak imkânının olmamasından ileri gelmekteydi.
1990-94 döneminde kamu borçlarının yanı sıra nispeten özel borçların da yükselişte olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca iç borç stokunun 1992’den itibaren dış borçlara nazaran daha yüksek oranda seyrettiği göze çarpmaktadır. Yine bu dönemde kamu kesimi hesaplarında kayda değer bozulmalar oldukça dikkat çekicidir. Toplam kamu açığı, konsolide bütçe açığı ve toplam bütçe harcamalarının GSYH’ye oranları olağanüstü düzeylere ulaşmış durumdadır.[5]
Bu tablo çerçevesinde asıl sorulması gereken sorular devletin küresel sermayenin bol olduğu bir dönemde neden ağırlıklı olarak iç borçlanmaya başvurduğu, 1994 yılında neden daha fazla borçlanamadığı ve krize sürüklendiği, aynı zamanda özellikle kamu, ticaret göstergelerinin ve enflasyonun nasıl bu denli bozulduğudur. Bu soruların cevaplanabilmesi için sermaye hareketlerinin serbestisinin sağlandığı 1989 yılına geri dönmek gerekir.
TCMB, bilançosunu yeniden yapılandırmak amacıyla 1989 yılında bir para politikası uygulamaya karar verdi. Banka, ticari bankalara yönelik kredilerinde kısıtlamaya gidecek ve bu sayede yabancı varlıklara karşı likidite yaratılmış olacaktı. Kamu kesimi açıklarının finansmanı iç borçlanmayla sağlanırken, ticari bankaların fon ihtiyacı ise dış borçlanma ile karşılanacaktı. Nitekim küresel fonlardaki artış da göz önünde bulundurulduğunda, 1990 yılında 7,2 milyar dolar artan dış borç birikiminin 3,8 milyar doları kısa vadeli borç iken, bu tutarın 2,3 milyarı ise ticari bankalara aitti. Bu politika, tıpkı Meksika ve daha sonra Asya’da da görüldüğü gibi kısa vadeli borçları hızla tırmandırdı. Hazine ise TCMB finansmanına mahkûm kılındı.[6]
1990 yılında ise kısa vadeli borç akışlarında büyük bir artış yaşandı. Doğrudan yabancı yatırımlar ve portföy yatırımları da ele alındığında girişler nispeten yüksekti. 1991 yılına gelindiğinde ise büyük bir düşüş göze çarpmaktadır. Bunun nedeni Körfez Savaşı’nın patlak vermesi ile ülkenin sınırında yaşadığı tehlike sonucu, yabancı sermayenin ülkeye yatırım yapmayı tercih etmemesiydi. Kriz yılı olan 1994’e kadar ise sermaye girişlerinde nispeten artış söz konusuydu.[7]
Körfez Savaşı döneminde yabancı fon bulmakta zorlanan ülke aynı yıl genel seçimlere gitti. Yeni hükümet kamu açığını azaltarak enflasyonu düşürmeyi hedefleyen bir program açıkladı. Ancak faizler oldukça yüksekti ve iç borç yükümlülükleri büyük sıkıntı yaratıyordu. Bu sebeple hükümet TCMB kaynaklarını kullanma yoluna başvurdu. Bütçe giderlerinin yüzde 15’ine kadar olan yasal limiti sonuna kadar kullandı. 1993 yılına gelindiğinde hem dış hem de iç finansman üzerinde artan faiz yükü devletin adeta kamburu haline gelmişti.
Aynı yıl önde gelen koalisyon ortağı partinin liderliğinde bir değişim yaşandı. Çiller, başbakan seçildi. Hükümetin hedefi, faiz ödemelerinin kısa vadeli borçlar üzerindeki payını, nominal faiz oranlarını düşürerek azaltmaktı. Faiz oranlarını kontrol etmeye yönelen hükümet kuşkusuz krizin fitilini ateşledi.
1993 yılı içerisinde Meclis’ten geçen iki kanun çerçevesinde Hazine’nin kullanabileceği KVA (Kısa Vadeli Avans) miktarı yükseltildi. İlaveten çıkarılan ek bütçeyle daha fazla kaynak kullanmak mümkün hale geldi. Hal böyle olunca, TCMB’nin kaynakları bir yıl içinde büyük ölçüde kullanıldı. Neredeyse her ay dört kere ihale yapılıyor, iç borçlar akıl almaz bir şekilde arttırılıyordu. Sonrasında hükümetin faizleri indirmek ve ortalama vadeyi uzatmak için bono ile tahvil arzını kısıtlamak, ek vergiler koymak gibi yöntemlere başvurması, 1994’ün Mayıs ayında Hazine’nin büyük çabalara rağmen iç piyasalardan borçlanamamasına neden oldu. Biriken borç yükü ile daralma artık kaçınılmazdı.
Buraya kadar anlatılanlar hükümetin yanlış tercihleri sonucu şişirilen iç borçların patlamasından ibarettir. Ancak hükümetin iç borca yönelmesi büyük oranda dış dinamiklerin etkisiyle ortaya çıkmıştı. Özellikle sermaye hareketlerindeki ani yön ve hacim değişiklikleri sürecin ana faktörleriydi. ABD’nin 1994 yılında faiz oranlarını kademeli olarak arttırmaya başlaması Meksika’da olduğu gibi Türkiye’de de büyük bir sermaye çıkış dalgasını tetikledi. Zira 1994 krizinden kısa bir süre önce başlayan büyük çıkışlar krize giden sürecin açık bir göstergesiydi.
Ayrıca bu süreçte uygulanan para politikasıyla ticari bankalar uluslararası piyasalardan ciddi düzeyde kısa vadeli borç biriktirdiler. Bu sayede bankalar düşük maliyetli dış fonlarla iç piyasada TL cinsinden yüksek faizli krediler açtılar. Ancak 1993 yılında bankalar büyük döviz açık pozisyonları ile yüzleşmeye başladılar. Çünkü bu durum kısa vadede kârlı olmakla birlikle kur riskini arttırıyordu. Aynı zamanda dış borçlar kısa vadeliydi ve oldukça istikrarsızdı. Fon bulmakta zorlandıkça açıklar büyüdü. 1994 yılının başında borsa istikrarlı bir düşüş eğilimine girdi ve TL yabancı para birimleri karşısında değer kaybetti. Bankalar ise açık pozisyonlarını kapatabilmek için döviz piyasasına yöneldiler. Bu satış dalgası TCMB’nin kuru korumak adına rezervlerini hızlı bir şekilde tüketmesine yol açtı. Zayıf bankacılık yapısı, Meksika ve Tayland’da olduğu gibi bir kez daha büyük para birimi sorunlarına yol açmıştı. Bu durum ülkeyi 1994 yılında büyük bir daralmaya sürükleyen en temel nedendi.
Özetle, sermaye hareketleri, özelleştirmeler sonucu dışarıya oldukça bağımlı hale gelen çevre ülkelerin hem borç artışı hem de krize giden yoldaki ana belirleyicisiydi. Merkez ülkelerdeki faiz oranlarına ise oldukça duyarlıydı. Bu sebepledir ki olası bir kaçış dalgası yaşanacak krizin en güçlü sinyali oldu.
Nihayet yerel seçimlerin etkisiyle oldukça geç kalınmasına rağmen, hükümet 5 Nisan 1994’te bir istikrar programı açıkladı. Özelleştirmelerin hızlandırılması yine öncelikli maddeydi. Kamu açıklarının ücretlerin dondurulması ve vergilerdeki artışla kapatılması hedeflendi. Bu sayede konsolide bütçe açığının, dolayısıyla kamu kesimi borçlanma gereğinin düşürülmesi amaçlandı. İhracatın özendirilmesi ve bazı sübvansiyonlara son verilmesi diğer önemli başlıklardı. Bu programdan sonra IMF ile 742 milyon dolarlık bir stand-by anlaşması imzalanarak yapısal reformların hızla hayata geçirilmesi istendi. Sonuç olarak, kamu harcamaları önemli miktarda azaldı ve gelirler arttı. Ancak üretim modeli değişmeyen, dış ticarette sürekli açık veren ülkede bir sonraki dönem tekrar borçlanmaya gidilmesi kaçınılmaz olacaktı.
Ağır borç yüküyle Türkiye yeni bir döneme adım attı. 1990-96 yüksek borçlanma döneminde 1994 Meksika krizinden sonra yabancı sermaye hızla Asya ve diğer çevre ülkelere yönelmişti. Türkiye’nin adım attığı yeni dönemde yabancı fonlar, uluslararası arenada halen daha oldukça boldu.
1994 krizinden sonra kısa vadeli sermaye girişlerinde artışların yaşandığı 1995 ve 1996 yıllarında, büyüme tekrar canlanma gösterdi. TL’nin artan değeri ve cazip reel faizler dış konjonktürdeki halihazırdaki fonları hızla ülkeye çekiyordu. Beraberinde dış borçlar artmaya başladı. Enflasyon ve cari açık ise bu dönemde nispeten olumlu bir seyir izledi.
1997 yılına gelindiğinde, ABD’nin ülkesindeki hisse senedi balonunu dizginlemek için faiz artışına yönelmesi dengeleri tekrar altüst etti. Sermaye hızla çevre ülkelerden kaçmaya başladı. 1997-98 döneminde Asya krizine paralel olarak Rusya ve diğer çevre ülkeler sırasıyla krize sürüklendiler. Şüphesiz ki küresel kriz Türkiye’yi de vurdu. Ancak makroekonomik göstergelerin alarm vermeye başladığı bu yıllarda IMF ile yapılan anlaşma sayesinde kriz bir müddet ötelenebildi. 1999 yılının aralık ayında hem dış piyasalardaki artan istikrarsızlık hem de enflasyonla mücadele adına bir program uygulamaya konuldu. Bu stand-by anlaşmasının üç temel ayağı vardı:
1- Bütçe ve bütçe dışındaki kamu kesiminde mali disiplinin sağlanması,
2- Sabit kur uygulamasıyla döviz kurlarının belirlenmesi,
3- Yapısal reformların yapılmasının yanı sıra özelleştirmelerin hızlandırılması.
Programın bütçe ayağında, vergi gelirlerinin arttırılması yoluyla Hazine’nin iç borçlanma yükünün azaltılması yani faiz yükünün düşürülmesi temel amaçtı. Bu yüzden iç borçlanmanın dış borçlanmayla ikame edilmesi hedeflendi. Bir diğer önemli gelişme ise sabit kur uygulamasıydı.
Programın yürürlüğe konulmasının ardından birtakım olumlu sonuçlar görülmeye başlandı. Hazine iç borçlanma yıllık bileşik faiz oranı 1999 yılında ortalama yüzde 106’dan Ocak 2000’de yüzde 36’ya, interbank piyasası gecelik faiz oranı ortalaması ise yüzde 67’den yüzde 34’e geriledi.
Anlaşmanın temel hedefi enflasyonla mücadele olmasına rağmen, faizlerdeki bu muazzam düşüş büyük bir çelişki ortaya koyuyordu. Faizler azalırsa iç borç yükü düşüyor, ancak enflasyonla mücadele politikası zedeleniyordu. TCMB ise bu duruma adeta gözlerini kapadı. Çünkü asıl amaç, rantiye sınıfına para aktarmaktı. Faizlerin düşmesi ile ertelenmiş tüketim istekleri hızla devreye girdi. Bankaların düşük faizli kredileri, tasarruftan tüketime süratli bir kayış dalgası başlattı. Sonuçta talep canlı kaldıkça, enflasyondaki beklenen düşüşler gerçekleştirilemedi.
Programın enflasyonla mücadele konusundaki başarısızlıkları bir yana, yapısal reformların önemli kısmını teşkil eden bankacılık kesiminin sorunlarını gündeme taşıması 2000 ve 2001 krizine giden yoldaki en büyük adımdı. Özellikle yabancı sermayenin bol olduğu 1995-1996 döneminde önemli kısa vadeli dış borçlar biriktiren bankalar, ülkenin en zayıf halkasıydı. Bankacılık sisteminin yeniden yapılandırma girişimi adı altında TMSF (Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu) bünyesine yeni bankalar eklendikçe, yabancılar nezdinde ülkenin risk primi giderek artmaya başladı. Üstelik döviz ve vade uyumsuzluklarını denetlemek için koyulan bazı kurallara uyulmadığı da ortaya çıktı. Nitekim yabancı fonların kesintiye uğraması sonucu bankacılık kesiminin açık pozisyonları arttıkça, likiditelerini daha fazla arttırma arayışı içine girdiler. Zira DİBS’lerin (Devlet İç Borçlanma Senetleri) yaklaşık yüzde 10’una sahip olan Demirbank’ın bu kâğıtları satışa yönelmesi, faizlerin artmasına ve DİBS’e sahip yabancıların da satış yapmasına yol açtı. Aynı zamanda kısa vadeli borç oranı yüksek olan kamu bankalarının borçlanma ihtiyacı da faizler üzerinde artışa sebebiyet verdi.
Faizlerin hızla yükselmesi, kısa vadeli borç yükü altındaki bankaların bilançolarında riskli pozisyondaki tahvillerin değerini zamanla düşürmeye başladı. Likidite sıkıntısı ile karşı karşıya olan bankalar devlet tahvillerini satmaya yöneldiler. Bu durum yabancıların risk algısını güçlendiriyor ve çıkışlarının hızlanmasına neden oluyordu. Nitekim bu hareket faizleri daha da tırmandırdı. TCMB ise IMF ile yapılan anlaşma gereği müdahale etmekte uzun bir süre direndi. Daha sonra devreye girerek piyasaya ek likidite sundu. Ancak oldukça geç kalmıştı.
Şubat 2001’e gelindiğinde, yoğun sermaye çıkışlarının yanı sıra başbakan ve cumhurbaşkanı arasında yaşanan polemikler krize giden sürece ivme kazandırdı. Faiz oranları o zamana dek görülmemiş seviyelere ulaşmış, rezervler oldukça erimişti. Sabit kuru daha fazla koruyamayan TCMB, 21 Şubat’ta kuru dalgalanmaya bırakmak zorunda kaldı.
Krizin faturası ağırdı. Ekonominin yüzde 8 civarında daraldığı görülmektedir. Enflasyon ise yüzde 70’leri aştı ve milyonlarca insan işsiz kaldı. Faizlerin geldiği seviyeler sayesinde iç ve dış borç yükü oldukça arttı. Bu durumu politik istikrarsızlık ve bir dizi teknik hatanın sonucu olarak gören IMF, faturayı Türkiye’ye kesti. Halbuki krizden önce IMF ülkenin mali yönetimine dahil olmuştu. Nitekim bu önemsiz bir detay olarak görüldü ve Türkiye ile yeni bir anlaşma imzalandı. Bu çerçevede IMF’den 1999-2003 döneminde sağlanan toplam tutar 20,4 milyar dolara ulaştı. Bunun karşılığında ise bir dizi özelleştirme ve kemer sıkma politikaları dayatıldı.
İşin aslına bakıldığında, borç serüveni hep aynıydı. Dış konjonktürde sermayenin bol olduğu dönemlerde çevreye hızla aktarım gerçekleştirilir, bu genellikle bankacılık kanalları ile olur, ancak fonlar çevredeki belirsizlikler nedeniyle ağırlıklı olarak kısa vadelidir. Bu çerçevede bankalar elde ettikleri fonlarla iç piyasada TL cinsinden krediler açar, vade uyumsuzlukları altında büyük bir balon yaratırlar. Bu balon büyüdükçe zamanla kur riski de artar. Sistem aslında dışardan fonlarla beslenmektedir. Merkez ülkeler faiz oranlarını yükseltmeye başladığında ise işler bir anda tersine döner. Fon bulamayan çevre ülkeler bir bir krize sürüklenir. İşte Türkiye dahil diğer borçlu çevre ülkelerin yaşadıkları tecrübe bu durumdan ibarettir.
Şimdi Türkiye ekonomisinin 2001’den sonraki sürecini ele alalım. Dünya ekonomisinde yine istatistiki verileri incelediğimizde, 2002-2007 döneminde çevre ülkelere yüksek sermaye akışlarının yaşandığını görmekteyiz.[8] 2002-2007 borçlanma dönemi, ABD’deki düşük faiz oranları etkisiyle çevre ülkelerin yüksek borçlar biriktirdiği ve ardından domino taşı gibi sırayla krizlere sürüklendikleri önemli bir dönemdi. Bu evrede, Türkiye ise siyasi arenada yaşadığı değişimin de etkisi ile borç serüveninde yeni bir sürece adım attı. Bu öyle bir dönemdi ki, yüksek borçlanma altında ekonomi hızla büyüyor, bütçe açıkları kapanma noktasına geliyordu. Söz konusu yıllarda diğer çevre ülkeler gibi dış konjonktürden fazlasıyla yararlanmayı başaran Türkiye, 2008 Mortgage krizinin patlak vermesi ile yaşanan küresel likidite darlığından yine fazlasıyla etkilendi.
2002-2007 borçlanma döneminin ardında yine merkez ülkelerdeki gelişmeler yatıyordu. Zira 1990’larda borçlu ülkelerde uğradıkları zararlardan sonra güvenli liman arayışındaki yabancı sermaye için, son yıllarda bilişim sektöründe hızlı teknolojik atılımlar gerçekleştiren ABD oldukça cazip bir seçenekti. Bu sebeple fonlar hızla ABD’ye, özellikle de teknoloji hisselerinin başını çektiği borsaya aktı. Dolayısıyla hisse senedi fiyatları oldukça yüksek seviyelere ulaştı. Ancak varlık fiyatlarındaki bu patlama, reel sektördeki kârlılık oranlarından son derece bağımsızdı. Zira değerlenen dolar ve Asya krizi etkisiyle 1997 yılında kârlar nispeten düşmüştü. Bu ortamda yetkililer büyüyen hisse senedi balonuna göz yummayı tercih ettiler. Çünkü varlık fiyatlarındaki artışın reel sektörde canlanmayı tetikleyeceğini düşünüyorlardı. Nitekim işler 2000 yılının başlarına kadar yolunda gitti. Ancak teknoloji hisselerindeki bu akıl almaz yükseliş doğal sınırına ulaşmıştı. Çok geçmeden dot-com balonu patladı ve işler bir anda tersine döndü. Durgunluğun baş göstermesiyle, dönemin Merkez Bankası Başkanı Greenspan çareyi faizleri düşürmekte ve para arzını genişletmekte buldu. Bu hamle ile Fed, varlık balonunun yarattığı olumsuz etkileri yeni bir balon ile bertaraf etme çabası içine girdi. Aynı zamanda bu çaba, sermayenin çevre ülkelere akarak yeni bir yüksek borçlanma döneminin oluşmasının da zeminini hazırladı.
Merkezde faizler düşük kaldığı sürece borçlu ülkeler için herhangi bir sorun yoktu. Kredi musluğunun kesilmemesi ekonomik açıdan önemli avantajlar yaratsa da borç yüklerindeki artış en büyük dezavantajları oldu. Zira 2008 yılında diğer varlık balonu olan mortgage balonunun patlaması, borçlu ülkeler açısından zor günlerin habercisi niteliğindeydi. Zamanla sermaye bulmakta zorlanan özellikle Avrupa’nın borçlu ülkeleri yaşadıkları sıkıntılarla dünya gündemine bomba gibi düştüler. Küresel kriz ortamında Avrupa’da faiz oranlarının yüksek tutulması, ağır borç yükü altındaki çevre ülkelerin adeta felaketi oldu. Kısa vadeli borç sarmalında sürüklenen ülkeler fon bulamadıkça çareyi kurtarma paketlerinde aramaya başladılar.
Türkiye ise bu süreçte iç hesaplaşmalarla uğraşıyordu. Öncelikle halk hem ekonomik hem de politik açıdan adeta kaos yaşadığı 2001 krizinin faturasını koalisyon hükümetlerine kesti ve iktidarı 23 yıldır koltuğunun tek sahibi Adalet ve Kalkınma Partisi’ne (AKP) verdi. 2001 krizinin etkileri yankılanırken, bir yıl sonra yapılan genel seçimlerde daha yeni kurulmuş olan AKP tek başına iktidarı göğüsledi. Hal böyle olunca, bu denli uzun süre koltuğunu korumayı başaran partinin, ekonomik gidişatın temel yön vereni ve ana sorumlusu misyonuna bürünmesi kaçınılmazdı. Zira benimsenen özelleştirme ve finansal piyasalardaki serbestleştirme politikaları ile ülke, tarihinin en yüksek sermaye girişleri ile karşı karşıya kaldı ve yabancı sermaye iş birliği ile yeni bir dönemin kapılarını araladı.
AKP iktidar koltuğuna oturduğunda, 2001 yılında başlatılan ve Derviş’in “Güçlü Kalkınma Modeli” adını verdiği programı devralmıştı. Bu bir esnek kur sistemi uygulamasıydı ve amaç, banka ile finans kesiminin yapılandırılarak sermayesinin güçlendirilmesiydi. AKP bu planı sadakatle yürüttü. Bu bağlamda bazı kamu bankaları özelleştirildi, bazıları ise birleştirildi. Kur ayarlamaları ve bütçenin baskılanmasıyla faiz-dışı fazla uygulamasına geçildi ve uluslararası mallara yönelik güvenli bir pazar oluşturma gayreti içine girildi. Ne var ki, Türkiye’nin enflasyon ve bütçe açığı problemi faiz ya da borç stoku yüksekliğinden değil, reel ekonominin yapısı ve işleyişinden kaynaklanıyordu. Üretim mekanizması son derece verimsizdi. Dolayısıyla buradan tasarruf edilemediği zaman, dış ticaret ve kamu kesimi kanalları da gerektiği ölçüde beslenemiyordu. Neticesinde cari açık ve bütçe açığı yapısal bir sorun olarak beliriyordu. Bu da bitmek bilmeyen bir dış fon talebini kaçınılmaz hale getiriyordu.
Türkiye’nin 2005 yılına kadar portföy yatırımları daha yüksek olmak üzere önemli ölçüde yabancı sermaye çektiğini söylemek mümkün. Yine bu dönemde borç senetlerine giren sermaye de oldukça yüksekti. Ancak 2005’te ABD’nin faiz artışına yönelmesi, portföy yatırımlarının ciddi oranda düşürdü. Doğrudan yabancı yatırımlarda ise herhangi bir azalışın aksine büyük bir artış söz konusuydu. Bu yükselişte, AB ile ilişkilerin ciddileşip müzakerelere başlanmasının yarattığı olumlu hava son derece etkiliydi. Ancak bu girişler yeni yatırımlar niteliğinde olmayıp, daha çok satın alım, ortaklık ya da gayrimenkul yatırımı şeklindeydi. Nitekim zayıf bankacılık sektörü bu sayede ciddi derecede toparlanma gösterdi. Lakin bu girişleri iki açıdan değerlendirmek gerekir. İlki, cari açığı yüksek bir ülkede bu girişlerin döviz kazancı sağlayıp sağlamadığıdır. Zira Türkiye’de bu yatırımların ilk başta döviz kazancı sağlasa da daha sonra herhangi bir kazanca dönüşmediği görülür. Örneğin, 2005 yılında doğrudan yabancı yatırımların yüzde 93’ü gayrimenkul ve hizmet alanına yönelikti. Bunlar döviz kazancı getirmeyen sektörlerdi. İkinci olarak, bu girişlerin yerli sermayeye etkilerini irdelemek oldukça önemlidir. Özelleştirmeler yoluyla yerli üretim yapan çoğu KİT’in kapatılmasının ve ülkenin üretiminin bütünüyle yabancı sermayenin eline bırakılmasının, Türkiye’nin kalkınma hedeflerine ne kadar hizmet ettiği de oldukça soru işaretleri barındırmaktadır.
2004 yılından itibaren GSYH’nin payı olarak kamu sektörünün borç yükü azalırken, özel sektörünki hızla artmaya başladı. Günümüze kadar ise makas iyice açıldı. Yabancı sermayenin ülkeye girişiyle Türkiye 2004-2007 döneminde oldukça yüksek büyüme oranlarına erişti. Dış borçların artışı ile iç borçlar nispeten düşük seviyelerde kaldı. Enflasyon keza oldukça düştü. Bütçe açığı oldukça olumlu bir trende girdi. Cari açık ise 2002 yılında oldukça düşük seviyeleri görmesine rağmen, 2008 yılına kadar artmaya devam etti. Ne var ki, dış borcu giderek artan bir ülke için cari açığın bu denli yükselişi oldukça ciddi bir sorundur. Zira geçmiş dönemlerde görüldüğü gibi kendi parasıyla dış borcunu ödeyemeyen bir ülke için bu gidişat, yeterli döviz bulunamadığı takdirde dış borca bağımlılık yaratmakta, borcu borçla döndürme gibi kısır bir döngüye yol açmaktadır. Olası bir sermaye kesintisi ise ülkenin felaketi olabilir. İşte cari açığın düşmediği ve borçların arttığı böylesine bir tabloda bu kırılganlıklar kaçınılmazdır. Bu çerçevede, Türkiye’nin bahsi geçen duruma sürüklendiğini söylemek mümkündür.
Bu gidişata rağmen, ülkenin bir diğer yakıcı sorunu olan işsizlik de mevcut yıllarda az miktarda düşüş sergilese de yüksek seviyelerde kalmayı başardı. Bunun nedeni büyük ölçüde tarımsal KİT’lerin özelleştirilmesi, tarımda destekleme fiyatı uygulamasına ve sübvansiyonlara son verilmesi ile tarım sektöründe istihdamın kaybedilmesi ve bu kaybın öteki sektörlerce yeterince telafi edilememesiydi.
2008 krizinin patlak vermesi ise Türkiye gibi çevre ülkeler için işleri bir anda değiştirdi. Euro birliğinde faiz oranlarının yüksek tutulması sermayenin hızla çevreden merkeze yönelmesine yol açıyordu. Birkaç yıl içinde büyük borç krizleri baş gösterdi. Yunanistan tartışıldığı gibi hem kriz sonrası dayatılan yaptırımlar hem de ülkenin içine sürüklendiği bunalım açısından oldukça önemli bir vakaydı. Türkiye ise bu süreçte Yunanistan kadar yüksek borç rakamlarına sahip değildi. Ayrıca Türkiye’de ABD ve Avrupa bankalarında olduğu gibi türev ürünler yoktu, mortgage kredileri ise yok denecek kadar azdı. Ancak bankalar ve reel kesimdeki firmaların dış borçları küçümsenemeyecek boyutlardaydı. Kriz patlak verdiğinde hem doğrudan yabancı yatırımlar hem de portföy yatırımları oldukça düştü. Beraberinde GSYH süratle azaldı ve bir sonraki yıl negatif değerleri gördü.[9]
2002 ve 2007 yılları arasında Türkiye, dış konjonktürdeki sermaye bolluğunun etkisi ile geniş çaplı özelleştirmelerin, IMF’nin sağladığı yaklaşık 44 milyar dolarlık desteğin, döviz bolluğu sonucu ortaya çıkan aşırı değerli TL’nin etkisinde bir süreç geçirdi. Bu sayede kamu kesimi hiç olmadığı kadar yüksek kaynaklar elde etti. Ancak bu durum uzun vadede sürdürülebilir değildi. Zira sürekli özelleştirme yapılarak bütçe açığı finanse edilemez ve hatta sürekli dış borçlanmaya gidilerek cari açık bu seviyelerde sürdürülemezdi. Nitekim 2008 mortgage krizinin patlak vermesi ile işler bir anda tersine dönmeye başladı. 2008 ve 2009 yıllarında ekonomik performans oldukça kötü bir seyir izledi. Lakin bu tarihten itibaren ABD’nin faizleri nerdeyse sıfıra yakın seviyelere çekmesi Türkiye’ye dönük yeni sermaye girişlerini de beraberinde getirdi.
Bu koşullar altında ülke 2012 yılına kadar portföy yatırımlarını arttırmayı başardı. Beraberinde özel sektörün borç yükü hızla katlandı. Ancak bir süre sonra ABD’nin görece iyileşme gösteren ekonomik performansı ve faiz artışına gideceği beklentisi ile sermaye girişleri süratle düşmeye başladı. 2015 yılında gerçekleşen faiz artışıyla negatif değerleri dahi gördü. Bu tarihten sonra ise Fed’in faiz artırımlarında hızlı davranmayacağı beklentisi sonucu yine önemli oranlarda sermaye girişleri yaşandı. 2017’den sonra ise faizlerin arttırılmasıyla tekrar yabancı fon girişlerinde düşüşler meydana geldi. Sonra araya pandemi girdi. Pandemide faizler tekrar düşürüldü. Şimdi ise yine küresel arenada enflasyon tehdidi yüzünden sıkılaşma dönemine girdik. Bu durum adeta kısır bir döngü halini aldı ve ülke Fed’in aldığı kararlara göre ekonomisinde dalgalanmalar yaşar hale geldi. Ülke özellikle enflasyon görüntüsünde son 3 yılda büyük bir sıçrayış yaşadı. Yabancı sermaye girişleri ise son derece yetersiz kaldı.
Dolar karşısındaki durumu ile Türkiye, günümüzde yabancı sermayeye bağımlılığını sürdürüyor. Öyle görünüyor ki; borç rakamları bu denli yüksek, cari açığı fazla, iç tüketim harcamaları ile pompalanan büyüme yapısı ile ülke, bir borç sarmalına doğru hızla sürüklenmekte. Geçmişten daha kırılgan yapısıyla, merkez ülke ekonomilerinin parasal sıkılaştırmaya gittiği bugünlerde, ülkeyi daha zor günlerin beklediğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Borç krizlerinin yaşanmaması için elbette ki bazı reformlarla önlemler almak mümkündür. Türkiye açısından, faizlerde indirime gidip inşaat sektörünü canlandırmaya çalışmak, olası bir krizin önünü almak için yeterli gelmez. Şöyle ki, inşaat bir seferlik bir yatırımdır ve sona erdiğinde, sanayi yatırımlarının tersine gelir yaratıcı etkisi de sonlanmış olur. Nihayetinde kalıcı istihdam yaratmadan üretim artışına yol açtığı için zamanla toplum nezdinde de önemli maliyetleri beraberinde getirir.
Bir diğer önemli problem, devletin sermaye yatırımlarından çekilerek, yap-işlet-devret ya da özel-kamu ortaklığı formülünü benimsemesi ve dolayısıyla altyapı yatırımlarında yabancı sermayeyi kullanmasıdır. Bu tür yatırımlar devlet bütçesinden finanse edilerek yapılmalıdır. Çünkü yabancı firmalara gelir garantisi verilerek doğal tekel nitelikli tesisler yaptırılması, aslında kârın söz konusu olmadığı alanda yabancı firmalara olağanüstü ödeme yapılması ya da kullanılan paranın faizinin ödenmesi anlamını taşır. Bu da kuşkusuz toplum üzerinde haksız bir yük doğurur.
İlaveten, üretimin bir kısmı yüksek faiz baskılı kur rejimi nedeniyle dış üreticilere aktarılır. Bu da iş kaybını dolayısıyla işsizliği beraberinde getirir. Bunun yanı sıra Türkiye’de yeni mezun, eğitimli işsizlerin oranı da her geçen gün artıyor. Bu genç ve bol nüfusa istihdam sağlama, diğer yandan ise büyümeyi sürdürülebilir kılmak için teknolojik atılım yapma Türkiye’nin önündeki temel ikilemdir. Yatırımları mümkün olduğunca ileri teknoloji alanına kaydırarak katma değeri yüksek ürün üretip dış dünyaya satmak, atılacak önemli bir adım olacaktır. Bunun için merkez ülkelerde faizlerin düşük tutulduğu borç akış süreçlerinde, konjonktür tersi (counter-cyclical) politikalarla sermaye hareketlerinin regüle edilmesi büyük önem taşır. Bu kaynak girişlerinin yatırıma kayması için devlet, teşvik politikalarını hayata geçirmelidir. İlaveten, yine bu dönemlerde tüketimde ithal malına bağımlılığın artmasını önleyecek vergi politikaları uygulanmalıdır. Unutulmamalıdır ki, bu ucuz para dönemlerinin bir sonu vardır. Bu adımlar atıldığında, Türkiye için borç krizine düşmek kader olmaktan çıkabilecektir.
Kaynakça
Onuk, P. (2024). Borç Sarmalı: Dış Borcun Ekonomi Politiği. Tekin Yayınevi, İstanbul.
T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı (2023, 11). Türkiye Dış Borç İstatistikleri. (Çevrimiçi), https://www.hmb.gov.tr/kamu-finansmani-istatistikleri.
TCMB (2023, 11). Ödemeler Dengesi, Uluslararası Yatırım Pozisyonu. (Çevrimiçi), https://evds2.tcmb.gov.tr/.
Özatay, F. (1995). 1994 Krizinden Alınacak Dersler: Kamu İç Borç Yönetiminde Yapılan Yanlışlıklar ve Güven Bunalımı. İktisat, İşletme ve Finans, 10(109), 17-33.
Eser, K. A. (2012). Finansal Serbestleşme Sürecinde Artan Kısa Vadeli Sermaye Hareketleri: Türkiye Ekonomisine Etkileri, Riskler ve Politika Araçları. T.C. Maliye Bakanlığı Mesleki Yeterlilik Tezi.
Ekinci, N. K. (1997). Financial Liberalization under External Debt Constraints. Ed. Kanhaya L. Gupta, Experiences with Financial Liberalization, Recent Economic Thought Series, Dordrecht, Springer, 243-266.
İnce, M. (2001). Devlet Borçları ve Türkiye. Gazi Kitabevi, 2001 Ankara.
[1] Dr. Öğr. Üyesi, İstanbul Nişantaşı Üniversitesi, Ekonomi ve Finans Bölümü.
[2] İnce, 2001: 209.
[3] Detaylar için bkz., Onuk, 2024.
[4] Detaylar için bkz., Onuk, 2024.
[5] Özatay, 1995: 19.
[6] Ekinci, 1997: 257.
[7] Eser, 2012: 29.
[8] Detaylar için bkz., Onuk, 2024.
[9] Hazine ve Maliye Bakanlığı Ekonomik Göstergeler, TÜİK, Temel İstatistikler.