Nürnberg’de Villa Leon, Anadolu kökenli emekliler topluluğunun buluşma yeriydi. Her Perşembe sabahı orada, üst katta geniş bir salonda buluşurlardı. En etkin üye Ali Güngör, eskiden Türk Danış görevinde bulunmuş, değerli bir insandı. Yaşlı insanları kültürel ve güzel sanatsal etkinliklere katılma konusunda oldukça iyi yönlendiriyordu.
Birgün, E5-Müzik Topluluğu, Villa Leon büyük salonunda sırf emeklilere dönük bir dinleti sundu. Emekliler, yaşları 70 ile 85 arasındaydı. Ama gözleri ışıl ışıl, yürekleri genç genç çılgınca atıyordu. 83 yaşında ikinci baharını yaşıyordu içlerinden emekli bir kadın. İkinci kuşak torunları yetmedi, oturan adamları oyun havasına ya da çoşuyla dansa kaldırmaya başladı. Çok hoştu. Kolunu bıraksan yere yığılacak gibi duruyordu, ama yüreği öylesine sağlamdı ki sandalyesine bağlasan tutamazdın.
“Neden Almanya’daydılar?” sorusu anlamanı çoktan yitirmiş olmasına karşın, acı acı gülümseyerek anımsadıkları anılar vardı geçmişlerinde. Dinledikleri şarkılarda, türkülerde ve oyun havalarında gençliklerini yeniden yaşıyorlardı.
Azcık deşildiklerinde, onlar yarım asır önceki anılarını anlatırken hiçbir ayrıntıyı unutmazlar. Bellekleri oldukça güçlüdür. 2002 yılında Frankfurt’ta IKO Kitapevi tarafından Almanca yayımlanan “Çokkültürlü Toplumda İlk Kuşak Türkler’in Konumu” kitabımı hazırlarken, yüze yakın Anadolu insanıyla yüz yüze görüşmüştüm. Gençlik çapkınlıklarından hiç söz etmediklerini saymazsak, araya gizem sokmadan yaşantılarını içtenlikle anlatmışlardı.
Örneğin:
“…Önce beyim Almanya’ya geldi. Bir yıl sonra 1974 yılının Ekim ayında beni yanına aldırdı. Kısa bir süre çalışır, Türkiye’de ev alıp döneriz diye düşünüyorduk. İlk geldiğimizde firmanın gösterdiği eski püskü mobilyalı, eski bir evde kaldık. İlk şokumu orada yaşadım. Yeni evliydik. Kız Sanat Okulunda kendi elimle diktiğim çeyizlerimi falan getirmiştim. Koyacak yer bulamadım. Banyomuz bile yoktu. Yedi sekiz yıl leğen içinde banyo yaptık. Türkiye‘de böyle kötü yaşamamıştım…”.
1997 yılında, terzi yardımcısı bir kadının sözleriydi bunlar. Yıllar içinde birçok aile Türkiye yerine Almanya’da mülk sahibi olmaya ya da daha iyi kiralık konutlarda oturmaya başladılar.
Türkiye’de geçim sıkıntısı çeken ve kurtuluşu Almanya’da gören, diğer bir terzi yardımcısı kadının söyledikleri de etkileyiciydi.
“… İlk yıllarda kaldığımız ev, iş yerimin hemen arka tarafındaydı. Çok iyi anımsıyorum, banyosu bile yoktu. Başımızı ayrı, bedenimizi ayrı yıkamak zorunda kalıyorduk… (Kocam) benim ve özellikle çocuklarımın gözünün açılmasını istemiyordu. Sonra, çocuklarımızın içkici olmasından, otomat oynayarak yozlaşmasından korkuyorduk. Zaten biz burada bir buçuk yıl çalışıp, memleketimizde bir ev aldıktan sonra Türkiye’ye geriye dönmek düşüncesindeydik. Beyim saat tamircisiydi. Ona da geriye döndüğümüzde bir dükkan açar geçiniriz, diyorduk. Düşündüğümüz olmadı, dönemedik işte geriye…”.
İçlerinden bir kısmı, kısa ve öz betimlemelerle kendi konumlarını öylesine etkili anlatıyorlardı ki, toplumbilimci bir bilmen ya da en usta öykücüye taş çıkartırlardı.
“…Bizi iş yerine götürecek trene binmek isterken, bir Alman bana bakıp, ‚Selamün aleyküm‘ demişti. Bende ona: ‚Aleyküm selam!‘ dedim. Döndüm arkadaşlara: ‚Gördünüz mü?‘ dedim. ‚Almanlar biz gelmeden dilimizi bile öğrenmişler‘. Kahkahalarının arasında: ‚Hadi canım sen de‘ dediler. ‚Herif sana almanca başka bir şey söyledi‘. O adam bana ne demişti hâla merak ederim… Almanya deyince, her tarafta büyük büyük binalarla karşılaşacağımı sanmıştım. Gördüklerim, küçük küçük, toplum toplum, çukurda çukurda evlerdi. Meğer, bizi küçük bir yere getirmişler…”.
Günün birinde sayrılanan o kadını eşimle birlikte geçmiş olsuna sayrılarevine gittiğimizde, anlattıklarına gülerken gözlerimizden yaş gelmişti. Sesimizi duyan doktor ve hastabakıcılar başımıza toplandılar. Örneğin, aynı odada yatan hastasını göremeyen doktora, yarı Türkçe yarı Almanca: “Onu elektrik süpürgesine bindirip uçurdular!” demiş. Almancası kıt olduğundan süpürge (Staubsauger) ile helikopteri (Hubschrauber) birbirine karıştırdığı anlaşılıyordu. Kendisine yardımcı olan bir çevirmene, gönül borcunu ödemek için, kocaman bir paket tuvalet kağıdı armağan etmesi başlı başına bir gülmece öyküsüydü. O sıralar tuvalet kağıdı üreten bir üretimevinde çalıştığı bilinirse, armağanın bir anlamı oluyordu.
Almanya’da göçmen işçiler, devlet tarafından kendilerine çıkarılan tüm engellere karşın, yavaş yavaş bu ülkeye alıştılar. Sağ kalanlar arasında günümüze dek ister dil öğrenmiş, ister öğrenmemekte direnmiş olsunlar, anayurda bağlılıklarını yitirmeden, burada yaşamaya dönük kendilerine özgü bir düzen kurdular. Anayurtta karşılaştıkları haksızlıklar ve ikinci ya da üçüncü kuşak çocuklarının yetişmesi, ilk kuşak Anadolu insanının Türkiye’ye dönüş tasarılarını suya düşürmekte büyük etken oldu. Bir kısmı bunu açıkça söylemek istemese de, değişik yorumlarda bulunarak kendilerine özür bulu- yorlardı.
“…Bence, Almanya’da 30 yıldır yaşayan sürekli burada kalıyor demektir… Herhalde temelli olarak Türkiye‘ye gitmeyiz. Ancak gider geliriz…” İlk geldiğinde işçi, daha sonra gıda pazarcısı olan bir Türkiyeli adamın sözleriydi bunlar. Sağ kalanların çoğu bu sözün arkasında durdu.
İlk geldiğinde işçi, daha sonra gıda pazarcısı olan bir Türkiyeli adamın sözleriydi bunlar. Sağ kalanların çoğu bu sözün arkasında durdu.
Başta göç olgusu usundan geçmezken, anayurda izne gelen arkadaşlarının hava atmalarından esinlenip, ya da kızıp, sıla yoluna çıkanlar da vardı.
“…Almanya’dan izne gelenleri görürdüm, elinde radyo, altında arabasıyla. Onlara özendim, şeytana uyup 1970 Ocak ayının altısında Almanya‘ya geldim… Saat 22’de trenden inmiştim. Biz İstasyona iner inmez, Holz Henkel’in ustabaşısı hemen gelip taksiyle bizi kalacağımız yere götürdü. Göttingen’de ilk kaldığım ev Garten Sokağı’ydı. Tuvaleti dışarıdaydı. Almanya’ya geldiğimin hemen ertesi sabahı daha yol yorgunluğum geçmeden saat altıda kalkıp işe gittim. Karlı bir gündü…”.
Altmışlı ve yetmişli yılların başında, dil, yol yordam bilmezliklerinden kaynaklanan sorunları, kendi buldukları yöntemlerle çözdüler. Bir kadın işçinin anlattıkları bunu kanıtlıyordu.
“..Manisalı Muzaffer Hanım vardı, o bize taktik öğretirdi: ‚Utanmayın,’ derdi, ‚örneğin tavuk mu alacaksınız, ‚gı… gı… gı…‘ diye gıtgıdaklarsınız olur biter‘. O bu yöntemle alır gelirdi herşeyi…”.
Yaşadıkları her olay ressama resim, yazara öykü ve roman ve yönetmene tiyatro oyunu ya da film konusuydu. Türkiye’den ilk kez yurtdışına çıkarken, uygar bir ülkede çalışmayı, kendi düş evrenine göre değişik yorumlayanlar az değildi. Onlar Almanya’ya gelir gelmez büyük umut kırıklıkları yaşadılar.
“…Almanya‘ya ilk gelirken hiç terlemeden bir düğmeye basarak çalışacağımı sanıyordum. Seksen santimlik kazmayı elime tutuşturacakları hiç aklıma gelmemişti. O zamanlar asfaltları kesmeye kompresör de yoktu. Asfalta güneş vurunca kazmanın sivri tarafıyla keserdik; böylece sabaha hazırlık yapardık. Çalışma saatleri belirsizdi, on iki saat, on üç saat çalıştığımız günler olurdu. Kışın inşaat işi olmadığında kar küremeye giderdik…”.
Dil öğrenme konusunda ömre bedeldiler. Almancayı öğrenmemekte sonuna dek direndiler, ama başta sövgü olmak üzere, Türk dilini Almanlar’a öğretmek için büyük caba gösterdiler. Sözü onlardan birine bırakayım:
“…Türkiye’de çiftçiydim… İlk geldiğim yıllarda Almanlar’la çok iyi anlaşıdım. (El kol hareketeleri, yüz ve beden diliyle.) Onlar bana Almanca öğretmeye gayret ettikçe, ben de onlara Türkçe öğretmeye gayret ederdim. Bir yıl birlikte çalıştığım bir Alman arkadaş vardı, ona baya Türkçe öğretmiştim… Ama benim (şimdi) on tane Alman gelinim var. Onları Türk kültürüne ancak alıştırabildim. Onlar bizden memnunlar, biz onlardan…”.
Bunları anlatan işçinin emekliliğinde de almancası yok denecek denli azdı.
Altmışlı yetmişli yıllarda Almanya’ya gelen ilk kuşak işçilerin unutamadıkları anılardan biri, kuşkusuz İstanbul’da uygulanan sağlık yoklamalarıydı.
“…Bizim çevirmen genç bir kızdı. Olanları gördükçe utanırdı. Bizler köy kökenli olduğumuzdan, böyle muayenelere alışık değildik. Oramızı buramızı göstermek, dokundurmak ağrımıza giderdi. Hepimizin yüzünü duvara çevirip pantolon ve iç donlarımızı aşağı sıyırmamızı söylemişlerdi. Tüm alt organlarımızı, apantisit, fıtık vs. var mı yok mu kontrol ettiler. İlk gelen kuşağın tümü bu muayenelerden geçti…”.
Almanya’ya ilk geldiği yıllarda çektiği sıkıntıları anlatan bir kadın işçiye kulak verelim:
“…1939 doğumluyum… Biz Türk kadınları gerçekten çok ezildik, eziliyoruz. Sekiz dokuz saat fabrikada ayakta çalışıyorduk. Eve gelince, yemek, bulaşık vs. ayaklarımızın altı yanardı… Üstelik Göttingen’de tek odaya girince çok şaşırdım. Evin içinde yatacak yer yoktu. Küçük bir yatak var. Beyim tek olarak orada yatıyordu. Bazen sabaha kadar uyumaz, otururdum, o işe gidince yatardım. Yoksulluktan Almanya’ya geldiğimiz elbette inkâr edilemezdi. Ama, ‚göklere çıkardıkları Almanya dedikleri bu mu?‘, diye kara kara düşünmeye başladım…”.
Olumlu ve olumsuz yönleriyle onlar ömürlerini el kapılarında tükettiler. “Konuk İşçi / Gastarbeiter” konumundan göçmen kökenliliğe geçerek, değişime uğradılar. Günlük yaşantılarında parasal birikim kavramı ortadan kalktı, Cafeler’de buluşma ya da aşevlerinde (birlikte yemek yeme alışkanlıkları edindiler. Kendi aralarında Avrupa ülkelerine gezi turları düzenlediler. Göçün ilk yıllarında küçümsedikleri, kapısının önünden geçmedikleri tiyatrolara bile gitmeye başladılar. Anadolu’da okuma yazma bilmezlikten, ufak bir yörenin dışına çıkmamış olmaktan sıyrılıp bu aşamaya gelmeleri büyük bir değişimdir.
En önemli gelişme; okul çağında çocuklarıyla aralarında beliren birçok olumsuz çelişkiye karşın, azımsanmayacak sayıda ilk kuşaktan ana-babanın, çocukların yüksek öğrenim görmelerini istemeleriydi. Bilimsel araştırmalarla bunlar kanıtlandı. İkinci ve üçüncü kuşak çocukların üniversite öğrenimleri ardından; tutumbilim, doktorluk, mühendislik ya da hukuk dallarında iş sahibi oldukları görüldü. Onlardan bir kısmı, işveren olarak Alman işçilerini çalıştıracak konuma geçtiler. Günümüzde ilk kuşak Anadolu insanlarının çocukları yazın, müzik, resim, tiyatro vs. türü birçok güzel sanatlar dalında toplumu etkilemeyi sürdürüyorlar.
Bu insanları ‘Alamancı’ diye küçümsemek ya da alay etmek ve onların hangi güçlük ve acılardan geçerek varlık sahibi olduklarını düşünmeden yorumda bulunmak, onlara yapılan en büyük bir haksızlıktı(r). Bilgisizdiler, toydular, çok yanlışları vardı, ama aşağılanmayı hiçbir zaman hak etmediler ve günümüzde de hak etmiyorlar.