Göçmenlerin öyle fazla ayak altında dolaşıp göze batmadan kendi izole gettolarında yaşayıp gitmelerini şiddetle talep eden ortalama Alman görüşünü destekleyen yüzlerce huzur bozucu görüntüyü, olayı ve bunları ustalıkla birer belgeye, kanıta dönüştürüveren bilimselliği kendinden menkul onlarca tezi sıklıkla gözlere sokarlar. Yıllar var, Alman ana akım medyasının ekranlarına ve itibarlı yazılı basının en göbek sayfalarına adeta ipotek koydular. Yalnızca birini anımsatmak bile ne denli ürpertici bir insanlık dramının yaratılmak istendiğini göstermeye yeterli: Thilo Sarrazin, “Deutschland schafft sich ab”; Almanlara yönelik tam bir cehennem tellallığı örneğiydi. Kendisi her ne kadar inkâr etmiş olsa da bu felaket senaryosundan tüm göçmenleri bire kadar kırma çağrısı sonucunu çıkartan Alman konsensüsünü hiç de küçümsemeyin; bugünün sandık sonuçlarında görüyoruz. Bardak taşıyor.
Sarrazin’in iyimserce öngördüğü, haşeratın iyiden köşe bucağı sarmadan bir an önce itlaf edilmesi. Çok güzel. Ama tersini öngörememiş: Pasif Alman çoğunluğu karşısında kuyruğuna basıla basıla harekete geçirilecek yüzde yirmi dördün nasıl kontrol dışı bir hırsla “ev sahipleri”nin gırtlağına çökebileceği! Hoş, Alman toplumunun kin duygularını giderek daha şiddetli kaşıyan akıl dışı, ırkçı senaryoların yaratıcılarını acaba nereye kadar ilgilendirir bu? Toplumun huzuru, huzursuzluğu ya da, ortalama gelir sahibi bir Almanla bir göçmenin refah düzeylerindeki iniş çıkışlar, aralarındaki dengenin bozulması, sosyal statülerin değişmesi vs. önemli midir? Çok açık: Değildir!
Almanya, ya da herhangi bir kapitalist Batı ülkesinde sermaye öncelikle kendi kârlılığıyla ilgilenir; hatta yalnızca kârıyla ilgilenir. Ve kapitalizmde bunun hiçbir tuhaf, yanlış yanı yok. Toplumdaki dengeler, huzursuzluklar yıllık net kâr yüzdelerinin kaç puan arttığı, artacağı sorununun yanında lafügüzaftır. Malum, Sarrazin Almanya ulusal servetinin, ya da buna dürüstçe, “mülkiyeti Alman büyük burjuvazisine ait olan kasanın” diyelim, musluklarını açma kapama, parayı tevzi etme görevini yürüten vasıtalardan biriydi. Belki resmen olmasa da hâlâ öyledir; yani efendiler sadık fedailerini öyle kolay kolay harcamazlar. “Deutschland schafft sich ab”ın, pimi çekilmiş bir intihar bombası olduğundan artık -dokuz yıl sonra- şüphesi kalmayan var mı?
Peki Sarrazin ve onun gibileri durup dururken birer intihar bombacısına çeviren nedir? Öyle ya, Sarrazin’in en kalabalık ya da en “stratejik” bir yerde üzerindeki bombaları patlatarak kıyama neden olan intihar bombacısından, teröristten farkı var mı? Yok elbette. Peki ya o kitabı yayımladıktan sonra Merkez Bankası’nın yönetim koltuğunda oturamayacağı, partisi SPD tarafından da dışlanacağı hiç mi belli değildi? Tüm göçmenlerin tıpış tıpış ödedikleri vergilerini toplayan, toplu refahtan hak görüldükleri payı rakamlara itiraz etmeden şen şakrak sineye çekmelerini sağlayan tarafsız devlet kurumu ve göçmen oylarını kendisine siper etme becerisinin ötesinde herhangi bir refah programı öngöremeyen köklü bir partiyi sürekli adalet aramaya fit ama ana akım medyanın profesyonelce gündemi yönetmesi karşısında adaletin tecellisiyle ilgilenme şansı olmayan kitlelerin gözünden düşürmeyi göze mi alacaktı ulusal servetin sahipleri? Alamazdı. Pimi çekilmiş bombayı, göçmeniyle yerlisiyle halkın kucağına bıraktılar.
Kendi ülkelerinde karınlarını doyuramadıkları için, yarınlarını güvence altına alamadıkları için, haklarını savunacak sözcüleri olmadığı için, siyasal süreçlerde esameleri bile okunmadığı için, gören gözler onları görmediği için, duyan kulak onlara kapalı olduğu için ve daha onlarca nedenden, en önemlisi de insan yerine konmadıkları için canları pahasına kopup geldiler. Toplumun en altının altına yerleştiler. Ama insan insan olduğundan hep daha iyiyi ister. Daha iyiyi istemenin çoktan dondurulduğu, toplumsal rollerin doğuştan geldiğini kadere inanmayan bir avuç dışında, dünya ortalamasının epey üzerinde bir refah içerisinde yüzdüklerine inandırılan genele kabul ettirildiği bir toplumda bu basit insani istek elbette ki rahatsızlık verecekti. Üstelik bir de hiç uygar olmayan göçmenlerce ortaya konduğunda. Burada da
insan yerine konmadıklarını biliyorlardı. Ama kendileri, insan olduklarının farkındaydılar.
Kapitalizmde sermayeyi kontrol eden sınıfın insanlık diye bir derdi yoktur. Onlar için insanlık ölçüleri kendi varsıllıklarının kendilerine sağlamakta olduğu yaşam standartlarıyla ilgilidir. Kâr, onlara bu üstün yaşamı sağlar ve onların mantığı hiçbir zaman bu üstünlüğü paylaşmalarına izin vermez. Evet arada bir şu paylaşma safsatası, yani eşitçe ve kardeşçe değil de hani kendi lüksünden az biraz feragat edip fazlanın artanını genele dağıtmak gibi, saman alevi misali parlamıyor değil: Hiç affedilmedi!
Servetin sınıf dışına “koklatılması” suçların en ağırıdır, bir Prometheus sendromudur, görüldüğü yerde gözünün yaşına bakılmaz. Göçmen hakları mı; emeğinden başka sermayesi olmayan herhangi bir vatandaşınkiyle ne farkı var? Büyük burjuvazi dışındaki teferruatın kendi arasındaki paylaşım, hesaplaşma kasanın sahiplerini ilgilendirmez. Önemli olan yıllık kârlılığın istikrarını sağlama bağlamaktır. Artanını toplumun geri kalanı kendi kurduğu adalet düzeni içerisinde paylaşsın. Göçmenin daha iyi yaşama isteği ya da, göçmenin maddi yükselişi karşısında vatandaşın ezilmesi, tüm bunlar ulusal servet dağılımındaki eşitsizliklerin, haksızlıkların perdesi oluyor. Ve hem göçmene, hem de yerliye, kitleler halinde paraya, kapitalizme yegâne yaşam tarzı olarak sarıldıklarından ve sürekli yüzyüze olduklarından birbirlerinin gırtlağına çökmelerini telkin etmek esaslı bir politik çözüm olarak ortaya konuyor. Faşizm, ırkçılık gözü doymayan kapitalistin toplum katmanlarına iştahlarına hakim olsunlar diye gözdağı vermesinin ötesinde toplumun ürettiği artı değerden devşirdiği kârlılığın istikrarını da güvence altına almasının yoludur.
Almanya’nın zenginliği sır değil. İstatistik bürosunun fütursuzca yayımlamaya devam ettiği periyodik ulusal hasıla tabloları herkesin ulaşabildiği önemli birer belge. Bu tablolarda göçmenlerin ya da yedi göbekten Almanların ayrımı yapılmıyor. Bu tablolarda toplumun kucağına pimi çekilmiş bombayı atanlarla, o bombayı kendi aralarında voleybol oynar gibi bir o yana bir bu yana gönderen çaresiz toplum katmanlarının arasındaki uçurum övünçle vurgulanıyor. Görmek isteyene elbette.
İnsanın insanca yaşama talebi, emeğiyle gelişmesine katkıda bulunduğu uygarlıktan yararlanma hakkı kapitalizmle bir arada olamaz. Eşitsizlikten, dengesizlikten, terörden beslenen bir ekonomik sistem egemen olduğu topluma ne adalet dağıtabilir ne de barış. Göçmenlerin direnç göstermeleri kendi dar topluluk çıkarlarına toplum genelinin önüne atılan paydan az biraz çalarak kendilerine sınırlı alanlar katmalarının ötesinde gidişatı sarsabilecek bir getiri sağlayamaz. Zaten bu alanların sınırı da, Sarrazin gibi vasıtaların başında olduğu kurumlar tarafından çoktan çizilmiştir. Toplumun önüne atılan artıkların niceliği kadardır ancak. Kaldı ki, bir sonraki yılın kâr daralması karşısında getiri, götürüye de dönebilir. Çünkü emekçilerin sözünün geçmediği düzende yarın hiç kimse için güvence altında değildir.
Göçmenlerin ve vasat çoğunluğun arasından bin bir türlü ayrımcılığa göğüs gererek sıyrılabilmiş, kendisini yetiştirebilmiş, sesini geniş kitlelere duyurabilme noktasına gelmiş aydınların, sanatçıların, bilim insanlarının, hatta düzen partilerine boyun eğmiş görüntüsünü ağır bir ihanet gibi omuzlarında taşıyor olsalar da politikaya soyunmuş olanların içlerinde biriken hırsı, öfkeyi sınıf ortaklarına değil ulusal servetin başına çökmüş bir avuç iflah olmaz açgözlüye yöneltmelerinden başka bir çıkar yol kalmış mıdır? Aydının, sanatçının, bilim insanının önde gelen sorumluluğu insanlığın bütününe karşı duymaları gereken sorumluluk değil midir? Öyleyse kucaklarına bırakılan pimi çekilmiş bombayı elden ele dolaştıracaklarına hiçbir şekilde insafa gelmeyeceği çoktan belli olan sermayeye iade etmeleri yaşamlarının en temel anlamı ve verimi olmaz mı?
Yaşam, tekdüze bir hat üzerinde ilerlemiyor elbette. Temel bir sorunun karmaşık yaşamın içerisinden soyutlanması ve önceliğinin kabul ettirilmesi kolay değil. Özellikle de yaşadıkları gerçeklerle ilgisi olmayan sorunlara boğulan yığınların sürekli çıkmaz sokak bombardımanı altında oldukları bir ortamda. Ve hakim sınıfın iktidar gücünü hiçbir şekilde devretmeye yanaşmayacağı gerçeği karşısında. Dünyayı bitirecekler ama el koydukları doğa nimetlerini ve üzerine çöktükleri toplumsal serveti asla paylaşmayacaklar. O zaman aydınlanmanın, bilincin ışığını almış ister göçmen ister yerli sınıf ortaklarının, melekelerini sürekli açık tutarak toplumun geneli için yaşamın karmaşık, içinden çıkılmaz bir sorunlar zincirine dönüşmesini engellemesi, bununla da yetinmeyip açgözlülüğün tarihten silindiği bir paylaşımcı sosyal refah düzenine giden yolu bıkmadan usanmadan hitap edebildikleri her türlü toplum kesimine, her bireye anlatması pek de zor olmasa gerek.
İnsan olmanın ağır sorumluluğunu, haksızlıklara karşı tavizsiz duyarlığı kişilik olarak benimsemiş herkes elbette bunu görev bilecek.