Can Aydın | Jena Üniversitesi
can.aydin@uni-jena.de
18. yüzyılın ortalarında Avrupa’daki süper güçlerden üçünün de Kuzey Amerika’da sömürgeleri bulunmaktaydı. Bu süper güçlerden İngiliz İmparatorluğu, Kuzey Amerika’nın yanı sıra Hindistan ve Karayipler’de de koloni sahibiydi. Fransızlar bugünkü Kanada’nın tek Fransızca konuşulan eyaleti Quebec’e sahipken, Büyük Britanya’nın elindeyse Kıtanın Atlantik kıyısına dizilmiş, Kuzeyde Fransa ve Güneyde İspanya kolonilerinin arasına sıkışmış 13 adet koloni bulunmaktaydı. Bu 13 koloninin mensupları da doğal olarak İngiliz Krallığı’na tabi sayılıyordu. Kuzeyde New Hampshire’la başlayıp, güneyde İspanyolların kontrolündeki Florida’dan önce Georgia eyaletiyle son bulan bu 13 koloni aynı zamanda batıya doğru da Apalaş dağları tarafından doğal bir sınırla çizilmiş gibilerdi. Dağların batısının bir bölümüne her ne kadar İngiliz İmparatorluğu tarafından sahip çıkıldıysa da Amerikan yerlilerinin bölgesiydi ve kolonideki halk tarafından yerleşen olmamıştı.
Krallığın Kuzey Amerika’daki varlığını tehlikeye atabilecek ciddi bir tehdit vardı. Apalaş Dağları’nın batısından ve de kuzeyden gelen bu tehdidin adıysa Fransızlardı. Fransa, Quebec’in kuruluşundan beri hem Amerikan yerlileriyle hem de Kanada’daki yerli halkla sıkı ilişkiler içinde olmayı tercih etti. Bunun nedeniyse İngiliz kolonilerine oranla Fransız kolonilerinin daha geniş ama daha sert ve yerleşmesi zor coğrafi yapısı, aynı zamanda nüfusun da Amerika’daki kolonilere oranla çok daha seyrek olmasıydı. Bununla beraber bu seyrek nüfus genellikle kürk ticaretiyle hayatta kalıyordu. Kürk ticaretiyse coğrafyayı iyi bilen yerli halk tarafından hayatta tutuluyordu. Bu nedenlerle Fransızlar yerlilerle pek çok anlaşma imzalayıp ilişkilerini her geçen gün daha da sıkılaştırmayı tercih ettiler. İngiltere’nin eski düşmanının izlediği bu başarılı politikalar İngiliz Krallığı’nı oldukça rahatsız eder hale gelmişti. Fransa Kuzey Amerika’daki etkisini oldukça arttırmış ve kıtadaki topraklarının New Orleans’a kadar genişlemesini sağlamıştı. Fransa’nın izlediği politikaları yakından takip eden İngiliz Parlamentosu, tehlikeyle yüz yüze olan, dağların hemen doğu tarafındaki kolonileriyle pek fazla ilgili değildi.
Robert J. Allison on üç koloni hakkında dikkate değer bir özellik olarak kolonilerin kendi aralarında pek de benzerlik taşımamalarını söyler. Nüfuslarının özellikleri, ekonomik sistemler, sosyal kurumlar ve yapılanmalar bu on üç kolonide birbirlerinden farklılık gösteriyordu. Bu on üç koloni arasındaki iletişimse yetersizdi. Paylaştıkları yegâne şeylerden biriyse İngiliz Krallığı’na, Londra’ya olan bağlılıklarıydı (Allison 2011: 3).
Krallığın kendi kolonilerine olan ilgisizliğine rağmen, Fransa tehdidi İngiltere’yi önlem almaya itti. İmparatorluk, en güçlü Amerikan yerlilerinden İrokualar ve on üç koloni arasında bir buluşma organize etti. Bu buluşma New York kolonisinin başkenti Albany’de 1754 yazında gerçekleştirildi. Krallığın emeli bu iki birbirinden bağımsız gücü Fransız tehdidine karşı birleştirmek ve böylelikle aslen İmparatorluğa bağlı olan koloni topraklarının bütünlüğünü korumaktı. Tarihe Albany Konferansı olarak geçen bu buluşma, koloniler arasındaki husumetten dolayı çok başarılı geçmese de bütün kolonilerdeki temsilcilerin bir araya gelmesi açısından bugünkü Amerika Birleşik Devletleri Temsilciler Meclisi’nin temelini atan gelişmelerden biri olarak gösterilebilir. Konferanstan çıkan sayılı önemli kararlardan biri de üyeleri kolonilerin seçilmiş delegelerinden oluşan bir büyük meclis kurulmasıydı. Bu meclis her yıl seçilmiş bir koloninin başkentinde toplanacaktı.
En sonunda, yedi yıl savaşları içinde anılan Fransız ve Kızılderili savaşı patlak verdi. Bu savaş dönemin Avrupalı iki süper gücünün, İngiltere ve Fransa’nın kolonilerinin Kuzey Amerika’da çarpışmasıydı. Dört yıl süren savaşın sonunda Britanya Kuzey Amerika’da Missisipi Nehri’nin doğusunu ele geçirmişti. Savaştan sonra İngiliz Parlamentosu savaşın maddi yükünü hafifletmek ve koloniler arasındaki ticareti daha iyi kontrol edebilmek için bazı adımlar attı. 1764’de parlamentodan geçen Şeker Yasası kolonide yaşayanlar arasında hoşnutsuzluğa ve İngiliz Kraliyeti hakkında olumsuz duyguların doğmasına neden oldu. Yasayla beraber, on üç koloninin ithal ettiği şeker ve şeker pekmezi de vergiye tabi tutulmaya başlandı.
İmparatorluk sadece şekere vergi bindirmekle kalmadı, 1765 yılında çıkarılan Damga Yasasıyla kolonilerdeki neredeyse bütün belgelerin; oyun kâğıtları, gazeteler, dergiler, broşürler, el ilanları, üniversite diplomaları, vasiyetler, evlilik ruhsatları ve her türlü çek ve senedin Londra’da basılmış ve damgalanmış kâğıt üzerine yazılması şart koşuldu. İmparatorluk, dünyanın dört bir yanına dağılmış sömürgelerini kontrol altında tutmak ve tek parça halinde kalmak istiyordu ve bunun için de paraya ihtiyacı vardı. Fakat kolonileri bir arada tutmak için onaylanan yasalar, koloniler üzerine maddi bir yük olarak bindi ve karşılığında İmparatorluk karşıtı duyguların ortaya çıkmasına neden oldu.
Damga yasasına karşı oldukça büyük bir hoşnutsuzluk duyan bazı vatandaşlar Özgürlüğün Oğulları ismini aldılar. Özgürlüğün Oğulları koloniler arasında hızla büyüyen bir harekete dönüştü. Grup üyeleri, Amerikan kolonilerinin üzerine maddi yük bindirildiğini ama iş kendi seslerini duyurmak, kendi sorunlarının da parlamentoda görüşülmesi olduğunda İmparatorluğun onları umursamadığını savunuyorlardı. Kendi hayatlarını doğrudan etkileyecek kararlar alan parlamentoda herhangi bir söz hakları yoktu ve temsil edilmiyorlardı. “Temsil edilmeden vergi vermek yok” sloganını kendileri için seçtiler. Bu slogan kolonilerde oldukça ilgi gördü. Özgürlüğün Oğulları fikirlerini yaymak ve basını İngiliz tekelinden kurtarmak için yayınevleri kurulmasına öncülük ettiler. En tanınmış üyelerinden biri de Amerika Birleşik Devleti’nin kurucu babalarından olan Samuel Adams’tı.
Damga Yasası’na karşı duyulan hoşnutsuzluk giderek büyümekteydi. John Robinson adındaki bir gümrük memuru durumu şöyle açıklıyordu: “Damga memurları önemsiz bir kalabalığın değil, bütün ülkenin öfkelerini üzerlerinde hissettiler” (Allison 2011: 8).
Kolonilerin birbiriyle pek ortak noktalarının olmaması ve de toprak anlaşmazlıkları yüzünden sıkça kendi aralarında savaşın eşiğine gelmelerine rağmen, özellikle damga yasası ve kraliyetin Amerikan sömürgelerinde yaşayanların sesine kulak vermemesiyle bu on üç koloni arasında bir duygudaşlık gelişmeye başladı. Hemen hepsi Atlantik’in diğer tarafındaki kraliyetin üstlerine bindirdiği maddi yükten ve onun ilgisizliğinden mustaripti. Britanya kendisine karşı giderek büyüyen negatif duyguları sonlandırmak için en sonunda yasayı geri çekti. İngiliz Parlamentosu’nun bu adımı koloniler arasında bir zafer olarak karşılandıysa da halkın genel hisleri hâlâ Britanya Krallığı’na bağlı, sadık kullar olarak yaşamaktı.
Atlantik’in iki tarafı arasında işler bir-iki yıllığına daha sakin geçti, ta ki İngiliz Parlamentosu Townshed yasaları diye adlandırılan bir grup yasayı yürürlüğe sokuncaya kadar. Bu yasalar on üç koloniye ihraç edilen boya, metal ve cam benzeri materyalleri vergiye tabi tutmaktaydı. Bunun üzerine Townshed yasaları çerçevesinde ithal edilen çaya da vergi konuldu. Kraliyetin izlediği bu tutum Amerika’daki halklara bir kez daha bir İngilizle, Amerikan kolonilerinde doğan vatandaşlar arasındaki derin uçurumu hatırlattı.
Kolonilere atanmış İngiliz yetkililerse artan gerginliği önlemek yerine durumu daha da kötüleştirdiler. Dönemin Boston valisi Francis Bernard, protestoların kanlı bir hale geleceğinden endişeleniyordu ve bu yüzden gerilimi azaltmak umuduyla İngiliz ordusundan birlik talebinde bulundu. Bu tarz durumlarda görüldüğü gibi, zaten kızgın olan halk, Atlantik’in öteki tarafından gelmiş bu kırmızı ceketli ve silahlı grubu hoş karşılamadı. Benjamin Franklin, A.B.D.’nin bir diğer kurucu babası, yaklaşan tehlikeyi önceden gördü fakat bu yaşanması istenmeyen olayların gerçekleşmesini önleyemedi.
5 Mart 1770’te, Boston sokaklarında yerli halk ve askerler arasında çıkan çatışma beş sivilin ölümüyle sonuçlandı. Dönemin vatanseverlerinden John Adams ve Paul Revere diğer kolonilerin 5 Mart günü Boston sokaklarında yaşanan katliamdan haberdar olması için vakit kaybetmediler. Anlattıkları tarafsız değildi tabi ki. Tarihe daha sonra Boston Katliamı olarak geçen bu olay, Paul Revere tarafından oyma resim haline getirildi.
Amerikan halkı özellikle çaya gelen vergiden memnun değildi. İngiltere’nin değişmeyen tutumu ve Boston katliamı gibi olaylar halkı giderek öfkelendirmişti. Britanya İmparatorluğu’na olan sadık duruş, giderek zarar görmeye başlamıştı.
16 Aralık 1773 gecesi, Boston limanına demirlemiş gemilerde kasalarca ithal çay bulunmaktaydı. Halk kasaların gemiden çıkarılmasına izin vermemişti. Kasalardaki çay günümüz parasıyla 1.7 milyon dolar etmekteydi. Krallığın tutumundan bezmiş bazı Bostonlular Amerikan yerlileri gibi giyinip, gizlice gemilere çıktılar ve yüzlerce kasa çayı Boston limanına boşalttılar. Bu olay daha sonra tarihe Boston Çay Partisi olarak geçecekti. Amerika’ya çay taşıyan tacirler, halkın öfkesinin kurbanı olacaklarından korkmaya başladılar. Samuel Adams’ın ikinci kuşaktan kuzeni ve bir başka kurucu baba John Adams yaşananlarla ilgili günlüğüne “Bu çok muhteşem bir eylem” diye yazdı. Boston Çay Partisi koloniler halkı arasında bir birlik ve beraberlik duygusu yaratması ve de en sonunda ezilenin ezeni alt etmesini simgelediği için Amerikan Bağımsızlık Hareketi’nde kayda değer bir yere sahiptir.