Prof. Dr. Michael Klundt (Magdeburg-Stendal Yüksekokulu)
»Almanya’da yanlış kişiler çocuk sahibi oluyor. Ülkemizde yalnızca zayıf sosyal çevrelerin çocuk doğurması yanlış« (Tagesschau.de, 24.1.2005). FDP’li siyasetçi Daniel Bahr birkaç yıl önce bu sözleri söylemişti. Sabırlı biliminsanları henüz o dönemde, daha sonra Federal Sağlık Bakanı ve özel sigorta şirketlerinin daimi lobi temsilcisi olan FDP siyasetçisinin bu açıklamasının salt ampirik yönden dahi doğru olmadığına işaret etmişlerdir. Ama »yanlış« ve »zayıf sosyal çevre üyesi« ebeveynler denilince aslında kim kastedilmiş oluyor? Ve souçta »yanlış« ebeveynlerin çocukları da mı »yanlıştır«? Ve belki bu nedenle bu çocukların mutluluğu, »doğru« ebeveynlerin »doğru« çocuklarının mutluluğuna kıyasla gözardı edilebilir türden bir mutluluk mudur? Bunun temelinde yatan ideoloji toplumun elitlerine kendini daha yüce ve daha değerli bir varlık ve ayrıcalıklı olmayanları »salaklar tayfası« olarak görmelerini sağlamaktadır.
Bu tarz sosyal-ırkçı tutumlar anayasanın ruhu ve içeriği ile (en azından 1. ve 20. maddeleriyle) temelden çelişir. Buradaki ırk ideolojisi, alt katmana ait (neredeyse) her dinden ya da ten renginden insanı daima »az çabalayan« bir tür alt ırk olarak gören ve (neredeyse) her dinden ya da ten renginden, ama mesleğinde başarılı insanı, »üretkenliğin kaynağı« bir tür üst ırk olarak kavrayan akademik (sosyal-) ırkçılığın yeni bir biçimidir. Thilo Sarrazin’in Almanya Kendini Yok Ediyor adlı kitabını Saksonya Eyaleti’nin Döblin Kenti’nde tanıtırken sunduğu ve at ırklarını temel alan insan modeli, bu yeni akademik (sosyal-) ırkçılığa uygun bir örnektir: »Bunun Lipizzan Atlarının özellikleri olduğunu düşünün. Ve her kuşakta tarla sürmekte kullanılan bir Belçika atıyla çiftleştiriliyorlar. Genetik nedenlerle koşma becerisinin zayıflayacağı çok açıktır. Aynı zamanda bir yük arabasını balçığın içinden çekmek üzere genetik becerileri artacaktır. İnsanlarda da bu böyledir« (taz vom 8.1.2012). Buna göre insanlar arasında da doğal olarak ve genetik nedenlerle yükü taşıyanlar – bunlar belki de sıradan işçiler, Müslümanlar ve Hartz IV’ten (İşsizlik Ödeneği) yararlananlardır – ve zarif bir azametle yürüyen, genetik nedenle üst sınıfa ait, üretkenliğin kaynağı insanlar ve seçkin kesimin üyeleri (şöyle de denebilir: »efendiler«) bulunmaktadır.
»Alttakilerin« bu şekilde aşağılanması, sözde herkesin hak ettiğini aldığı düşünüldüğünden, çoğu kez sınıflı toplum yapılarının inkârıyla el ele yürür. Bu nedenle burada taslağı çizilen sosyal ırkçılığın salt görünüm boyutlarını eleştirmek ve liberal birçok farklılık ve eşitlik söyleminde olduğu gibi, ezilenlerin ve mağdurların yalnızca sosyal açıdan daha fazla kabul görmesini istemek yeterli değildir. Daha önemlisi söylemlerin ardındaki ilişkileri yakından ve eleştirel bir gözle ele almaktır.
Görünüşe göre »zayıf sosyal çevreler« ve »eğitime uzak kesimler« kavramlarıyla birçok genç ya da yaşlı, hemen yoksul insanları ya da geliri olmayan aileleri bağlantılandırıyor. Aslında »zayıf sosyal çevreler« olarak nitelendirilmesi gerekenler, cömertlikleriyle kendilerini “ulusun kahramanları” olarak alkışlatmaktan memnuniyet duyan, ama hükümetlerin yardımıyla spor tesisi, yol, okul, çocuk yuvası ve hastanelerin kamusal finansmanına katılmamak için ellerinden geleni yapan, vergi dolandırıcıları ve vergi kaçakları diye adlandırılan kesimlerdir. Bu zavallı, acınacak banka yönetim kurulu başkanları, önde gelen şirketlerin şefleri, yarış pilotları, tenis yıldızları, aktörler, futbol idolleri, (spor) menajerleri ve kulüp başkanları kendilerini maliyeden ve gelirlerinin ve varlıklarının bir bölümünün kamu yararı için kullanılmasından daima kaçar halde buluyor. Finansal başarılarını yalnızca kendi kendilerine borçlu olduklarına inandıklarından, sosyal bir hukuk devletinin kurulması ya da devamı için üstlenilmesi gereken toplumsal sorumluluklar ve vergi yükümlülüğü onlara rahatsız edici ve yersiz görülür. Sosyal yönleri az gelişmiştir, genelde herkesten yalıtık yerleşim bölgelerinde ve tam anlamıyla paralel toplumlarda yaşamaktalar. Bu nedenle onları sosyal zayıf olarak tanımlamak gerekir.
Eğitime uzak olarak tanımlanan insanlara da tahmin edilemeyecekleri yerlerde rastlamak mümkün. Bir federal eyaletin tüm lise son sınıf öğrencilerine, coğrafya dersinde, depremler ülkesi olan Japonya’nın kıyı kesimlerine kurulan nükleer santrallerin, konumları itibariyle avantajlarını açıklaması sorusunun verildiğini düşünelim: »Nükleer enerji üretiminin arttırılması kapsamında, Japon nükleer santrallerinin kıyılara, ancak yoğun yerleşim bölgelerinden uzağa kurulması kararlaştırılmıştır. Bu kararı gerekçelendiriniz ve santrallerin konumlarının bölgesel yapıların gelişimine sunacağı olumlu katkıyı açımlayınız!« (Süddeutsche Magazin 16/2011). Bu soruda öğrencilerden ne bekleniyor? Birincisi nükleer santralleri ve bu santrallerin inşa edilmesini sorgulamamak. İkincisi onların kıyılara kurulmasını sorunsallaştırmamak. Çünkü her ikisi de aslında bu lise mezuniyet sınavı sorusuyla ilgisizdir ve bu nedenle notu etkilememelidir ya da bilakis konudan sapıldığı, bir diğer ifadeyle soruya hatalı yanıt verildiği için notu kırılması anlamına gelmelidir. Böyle öğrenciler – eğer mezun olmak istiyorlarsa – nükleer santrallerin ve bu santralleri Japonya’nın kıyı kesimlerine kurmanın olumlu etkilerini vurgulamak ve gerekçelendirmek zorundadır. Birçoğu da bunu yapıyor, Japonya’nın büyük kentleri için güvenliğin kesin olduğuna, radyoaktif artıkların denize dökülmesi olanağına, tsunami ve depremlerin neredeyse kesinliğe varan ihtimal dışılığına ve reaktörlerin esasen kesin güvenli olduğuna işaret ediyorlar. Bazı öğrenciler kültür bakanlığı tarafından yöneltilen sınav sorusuna açıkça aykırı olduğu halde, yine de nükleer santrallerin esasen varolan güvenlik riskini, nükleer artık konusunu, deprem tehlikesini ve tsunami olasılığını sorunsallaştırıyor.
2010’da – demek ki Fukuşima Facia’sından bir yıl önce – Bavyera’da yöneltilen bu sınav sorusu ile biçimsel olarak salt nükleer reaktörleri ve bu reaktörlerin kıyılara kurulmasını savunan nedenler öngörüldüğü, ama hiçbir eleştiri ve hatta artılar/eksikler üzerine tartışmalara yer olmadığı için demagoji ve akıl hocalığı uygulanmış ve bununla sınırlı kalınmış olmuyor. Aynı zamanda oportünizm ve konformizm desteklenmiştir; olgunlaşma, aydınlanma, katılım ve bağımsızlık, eleştirilere açık olmak, sorumluluk ve birliktelik içerisinde yaşayabilme becerisine yönelen hümanist eğitim ise kesinlikle desteklenmemiştir. Buna göre, böyle bir lise mezuniyet sınavı sorusunu sorabilen bu okul sisteminden çıkmış zavallı mezunların olgunlaşmaktan alıkonuldukları, gerçek eğitimden – çokyönlü kişilik gelişimi anlamında da – uzak tutuldukları ve sosyal sorumlulukları bakımından adeta az gelişmiş olarak tanımlanabilecekleri belirtilmek zorundadır. Dolayısıyla »zayıf sosyal çevreler« ve »eğitime uzak kesimler« olarak nitelendirilebilirler. Ama bu federal eyaletin eğitim sistemi ve bu sistemin lise mezunları aynı zamanda rekabet odaklı, eğitim yeterliklerini ölçen (bkz. PISA vs.) neredeyse tüm ulusal ve de uluslararası başarım testlerinde, her yıl, görünüşte en zekiler ve en akıllılar olarak yansıyor. Bunlar birbiriyle nasıl bağdaşabilir? Özanlayış ve dünya anlayışının birer ayrımlanması olarak eğitim, bireysel ve kolektif insanlık süreci olarak tanımlanabilir. 18. yüzyıldan bu yana, Avrupa aydınlanmacılığı açısından bakıldığında, yalnızca bilgi yığan kişiye değil, aksine bağlantıları kurarak düşünmeyi öğrenmiş, doğal, siyasal, sosyal, bilimsel ve bilişsel-kültürel yaşamın olaylarını nedensellikleri, etkileşimleri ve çelişkileri, oluşum ve gelişimleri – yani değişimleri de – kavrayabilecek durumda olan kişiye (bkz. öreğin Pestalozzi, Kant, Humboldt) eğitimli biri denir. Bu ölçütü temel alarak bakıldığında ise – mantığa dayalı özerklikten ve kişiliğin bireysel, çokyönlü açınmasından söz etmeye dahi gerek yok – farklı öğrenim başarımlarının karşılaştırıldığı testler eğitimden kilometrelerce uzaktadır, çünkü genelde yığılan ve dışarıya tükürülen bilgi test edilmektedir. Bu arada özellikle birçok bilimsel yenilik ve ürün geliştirmek için önkoşul olan yaratıcılığa ve üretken hayale ilişkin ilkece hiçbir şey sorul(a)maması bu duruma uygundur.
Bir zamanlar aydınlanma adı altında insan onuruna ve akla karşı sorumlu bir eğitim olarak anlaşılan şey, her şeyden önce »zayıf sosyal çevrelerin« ve »eğitime uzak kesimlerin« toplumsal hiyerarşinin (yalnızca) alt sınıflarında bulunabileceğini zannedenler tarafından tehlikeye atılmaktadır. Çünkü şimdilik sosyal açıdan zayıf birkaç statü seçkinini ve bolca eğitime uzak eğitimi hesaba katmak gerekecek.