Ulusal Devlette Karışıklıklar Üzerine
Prof. Dr. Franz Hamburger
İçinde yaşadığımız bu zamanlar kuşkusuz karışık zamanlardır. Jürgen Habermas 1985’te “Yeni Karmaşıklık” savıyla zamanın ruhu üzerine bir tartışmayı canlandırdı. Yakından bakıldığında büyük değişim süreçlerinin ve buna bağlı yön belirleme tartışmalarının düzenli olarak gözlemlenebildiği görülmekte. O dönemde çağdaş sosyal devletin kaynaklarını tüketip tüketmediği ve ütopik düşünme cesaretinin, bir diğer ifadeyle geleceğe açık, birlikte iyi yaşam tasarılarının yitirilip yitirilmediği sorusu gündemdeydi. Şimdi altı ay içerisinde bir milyon sığınmacının Orta Avrupa’ya gelişi görünüşte herşeyi altüst etmiştir.
Avrupa’nın sınırları önce içe, ama ayrıca sürekli olarak dışa doğru da açma projesi göründüğü kadarıyla başarısız oluyor. En iyi yatırımları çekmek ve kâr oranları için birbiriyle rekabet halindeki Avrupa Birliği üye devletleri, özgürlüğün ve de üye ülkelerin sosyal desteğinden yararlanmanın radikal biçimde kısıtlanmasıyla birbirlerine karşı sınır koyuyor. Yerli işçilerle eşitlenen “göçmen işçiler” için yapılan düzenlemeler, zaten Avrupa Ekonomik Topluluğu Antlaşması’nın sosyal çekirdeğini oluşturmuştur. Şimdi ise Büyük Britanya bu kazanımların kaldırılmaması durumunda Avrupa Birliği’nden çıkmakla tehdit ediyor. Ve Almanya Dublin Anlaşması’yla İtalya ve Yunanistan’ın zararına kendini sığınmacılardan korumuştur.
Almanya aynı zamanda düşük işçilik maliyeti uygulayan ekonomi politikasıyla diğer devletleri borca sürükledi. Bu, özellikle başkalarının sırtına yük bindirmek istendiğinde etkisini gösteriyor. Şimdi Jürgen Habermas’ın 1980’lerde tanısını özellikle sosyal devletteki kırılmalara odaklaması ve kolektif sosyal güvenlik sistemlerinin erozyonunu siyasi kültürün bunalımından sorumlu tutması ilginçtir. Bu dinamikler bugün hâlâ durdurulabilmiş değil, ancak onlar değişik bir çerçevede hareket ediyor. Bu bağlamda arka planı oluşturan ve sığınmacı politikasıyla birlikte Avrupalı ülkelerin milliyetçi kapanmalarına yol açan özellikle iki gelişme var.
Birinci gelişme son yıllarda yaşanan Alman skandallarında görülmekte: Yalnızca Alman Futbol Federasyonu ve FİFA, Deutsche Bank, Volkswagen, eyalet bankaları, NSA Skandalı’nda federal hükümet, Nasyonal Sosyalist Yeraltı Örgütü skandalında Anayasayı Koruma Örgütü gibi adları saymak yeterli. Alman Otomobil Kulübü’nü de (ADAC) anımsatmak olanaklı ya da rahipler tarafından cinsel suistimale uğrayan çocukları ya da Berlin havaalanını ya da bir Federal Cumhurbaşkanı’nın bir basın kampanyasıyla benzersiz düşüşünü. Kapitalizm eleştirisinin “paranın açgözlülüğü ve çifte standart” başlığı altında sorunsuzca tartışabildiği bu olayların ortak paydası etkisini göstermeye devam ediyor: Toplumun önemli kurumlarına olan güven sarsıldı – bu ilk kez yaşanmıyor, ancak bu sıklıkla yaşanması güveni kalıcı olarak sarsmıştır.
Dayanışmaya ve güvenilirliğe yönelim, temel kurumların hukuk devleti niteliği ve ilkelere bağlılığı istikrarlılığını yitiriyor. Bu gelişme karşısında gösterilen tepkilerden biri, değerler için siyaset ve medyada içtenlikle yakarılmasıdır. Bu değerler ne denli eksikse, haklarında o denli çok konuşuluyor. Toplumu birarada tutan anayasa yerine değerler isteniyor. Ancak değerler nutuklarda değil, bir toplumun uygulamalarında vardırlar ya da yokturlar. Değerlere çağrı yapıldığında, bu, topluma nasıl olmak istediğini, nasıl olmadığını hatırlatır. En iyi örnek, uluslararası hukuka göre yalnızca Rusya’nın meşru olarak Suriye’de müdahalede bulunabilmesi durumudur, çünkü Rusya Suriye hükümeti tarafından yardıma çağrılmıştır. Irak savaşında ya da Kosova Savaşı’nda olduğu gibi, güncel savaşlar herşeyden önce Batı tarafından uluslararası hukuka aykırı olarak yürütülmektedir. Hırsız, “hırsızı yakalayın!” diye bağırıyor.
Ama eğer bir toplumda “iç değerler” yitirilmişse, o zaman o herşeyden önce bir dış düşmana ihtiyaç duyar. Bu mekanizma, her üç tek tanrılı dinin kabul ettiği bir anlatı olan İbrahim’in anlatısında ifadesini bulan, insanlık tarihinin en eski mekanizmasıdır. Çöldeki günah keçisi tüm suçları üstleniyor. Ayırmak ve uzaklaştırmak, izdüşüm ve öfke yönetimi yalnızca bireysel değil, ayıca toplumsal bir mekanizmadır. Ama ortak korkunun henüz güven yaratmaya yetmediğini belirtmek önemli – tam aksine. Korku dallanıp budaklanır – “kendi” safında da.
Sisteme olan güvenin, bir diğer ifadeyle günlük yaşamın içgüdüsel ve sorgulanmayan güvenliğinin yitirilmesi ağır sonuçlar doğurur.
Toplumun yoksul ve zengin biçiminde kutuplaştırılması, ön ve arka planda etkisini gösteren ikinci bir köklü dönüşümdür. Küreselleşmiş çerçeve koşullarda ekonomi, siyaset, sosyal yapı ve kültür değişmektedir. Politikanın meşruiyet zemini büyük ölçüde ve hâlâ ulusal devlet düzenidir ve demokraside öyle kalmaya da devam edecektir – seçimler yapıldığı sürece. Siyasi yönetimin devam ettiği düşüncesi, bu düşünce çözülmüş olsa da ya da bu yönetim salt rakip devletlerle girişilen yarışta konumunu koruyabilmek için sübvansiyonlanan yatırıma elverişli bölgeye indirgendiğinde dahi hayatta tutulan bir düşüncedir. Güçlü ekonomilere sahip devletler finans kapitalin transnasyonal aktörleriyle birlikte hızlı bir serbestleştirme gerçekleştirdi ve pazarların liberalleştirilmesiyle eşitsizliklerin küresel ölçekte genişlemesini ve büyümesini sağladı. Avrupa Birliği bunun pratikteki deneyim sahasıdır. Şu an rekabet yoğunlaşmanın bir üst düzeyinde gerçekleşiyor – artık küresel oynayan yalnızca oligopollerdir. Aynı zamanda demokrasi siyaset tarafından pazara uyumlu olarak yeniden inşa ediliyor: “Pazarların” direktiflerine hiçbir alternatif olmamalı.
Sosyal yapının bir öğesi olarak göç özgün bir gerilim ortamında gelişiyor. Siyaset bir taraftan iş piyasalarının hızlı değişen gereksinimlerini karşılamak için göçün çok esnek bir düzenlemesini örgütlemeli. Örneğin Almanya’da 1955’te konuk işçi alımına, aynı anda ülkede kayıtlı bir milyon işsiz varken başlanmıştır. Ancak onların ulusal çerçevede seferber edilmesi, iş piyasasının ihtiyacını hemen karşılamak için zamansal ve mali açıdan çok zahmetli görünüyordu. Benzer duruma 21. yüzyılın ilk on yılında, ekonominin, belirli bir nitelik düzeyine sahip ve hızlı ve sorunsuz istihdam edilebilir işgücüne hırs duyduğu Avrupa’nın merkez bölgesinde rastlanmaktadır, ama aynı zamanda sosyal sorunlar niteliklilik potansiyellerinin dışlanmasıyla yaratılmaktadır. Yaşam süreleri uzamaktadır – buna karşın işgücü daha hızlı yıpratılmaktadır.
Bir tarafta ırkçı saldırganlık ve savunma, diğer tarafta “işgücünün “transnasyonal esnekliğine” gereksinim duyulması keskin bir zıtlıkla karşı karşıya durmaktadır. Alman ekonomisi, başkalarına söylettiği gibi, yılda 400.000 işçiye, nitelikli işgücüne ihtiyaç duyuyor. Göç alım ve dış göç ilişkilerine bakıldığında, böylesi bir göç fazlasına ancak yılda bir milyon göç alımı gerçekleştiğinde erişilebilir. Demografik hesaplamalar bunu yıllardır gösteriyor. Öyleyse 2015’te Almanya’ya gelen bir milyon sığınmacı – hesaplamaya göre – yalnızca iki yıllık işgücü gereksinimini karşılamaktadır – onların Almanya’da kalması ve vasıflandırılmaları için düzgün bir yatırım yapılması koşuluyla. Nüfus içerisinde “üretilmesi” şimdiye kadar hiçbir maliyet yaratmayan böylesi genç bir katmana, bu yükü göçveren ülkeler üstlenmiştir, Alman iş piyasası önümüzdeki dönemlerde artık hiç kavuşamayacak. Hatta hükümeti oluşturan partilerin bir kesiminin sınırlama politikaları her türlü ekonomik mantıkla çelişiyor: Çünkü sınırların gerçekten kapatılması ihracat odaklı Alman ekonomisinin öngörülemez zararlara uğramasını ifade edecektir.
Bu noktada ikinci dinamik, yani toplumun yoksul ve zengin olarak kutuplaşması arka plana itilmektedir ve bunun böyle olması amaçlanmaktadır. Thomas Piketty 21. yüzyıl için can sıkıcı bir tahmin geliştirdi (Piketty 2015). Zenginliğin ve gelirlerin günümüzdeki devasa eşitsiz paylaşımı 21. yüzyılda artmaya devam edecek ve 18. ve 19. yüzyıllardaki, bir diğer ifadeyle feodal dönemdeki boyutlara varacak. Çünkü servetten elde edilen gelir toplam olarak gelirden daha hızlı artmaktadır ve servetten gelir elde edenlerin servetini büyütmektedir. 20. yüzyıldaki oldukça düşük eşitsizliğe bakıldığında etkin olan ve yakınsamayı destekleyen koşullar 21. yüzyılda ortadan kaldırılacak. Dolayısıyla 21. yüzyıl küçük bir kesimin zenginliğinin ve büyük bir kesimin yoksulluğunun arttığı bir yüzyıl olacak. Çünkü Agenda 2010, emekliliğin özelleştirilmesi, işverenlerin sağlık sigortası ödemelerinin sınırlandırılması, emeklilik formülünün demografikleştirilmesi, iş piyasasının serbestleştirilmesi ve “kömür uzlaşması” zenginlik ve yoksulluk üretiminin belirleyicilerini (Determinant) kaydırıyor.
Ancak ekonomi sığınmacılar nedeniyle gelişiyor. Toplu barınma merkezleri kısa sürede inşa edilmek zorunda ve fiyatlar üzerine sınırsız pazarlık yapılamaz. Gıda ürünlerinin ve günlük kullanım için gerekli herşeyin tedarik edilmesi sağlama alınmak zorunda. Rheinland-Pfalz’da şimdi sığınmacıların ilk kabul edildiği tüm yerler için bir merkez depo kuruldu. Toplu yemek sektörü ve güvenlik şirketleri ekonomik canlılık yaşıyor. Mutfak yardımcıları, meslek eğitimi olmayan kapıcılar ve taşımacılık yapan binlerce işçi için iş olanakları doğuyor. Küçük belediyeler kira giderlerini üstlenmek zorunda. Belki de ülke genelinde şimdi yeniden kârlı olmayan tek bir eski otel dahi kalmamıştır. Özel mülkiyetlerindeki evleri kiraya verenler, hile yoluyla gerçekten de orantısız kâr elde edebilirler. İletişim teknolojisi büyük bir ivme kazanıyor. Yerliler dolu elbise dolaplarını boşalttı ve Noel’de yeniden doldurdu.
Devlet canlanan pazar faaliyetlerinin kayda değer bölümünü vergi olarak geri alıyor, sosyal güvenlik sistemleri de bir pay alıyor, giderlerin geri kalanını gerçekten de kamu bütçesi üstleniyor. Alman Ekonomi Enstitüsü’nün işletmecilik hesaplaması gibi hesaplamalar giderlerin 50 milyar olacağından yola çıkarken, eleştirel analiz (Stefan Sell) milli ekonomi açısından bakıldığında giderlerin ancak 5 milyarı bulacağını göstermektedir.
Elbette sığınmacı göçü orta vadede kamu bütçesi için de faydalı olacaktır: Gerek tahminler gerse de geçmişe dönük hesaplamalar bu noktada örtüşüyor: Yabancılar kamu bütçesi ve sigortalar için her yıl sekiz milyar Euro’luk bir artı sağlıyor – kendileri için yapılan sosyal harcamalar burada dikkate alınmıştır. Şimdi sığınmacılar için gerçekten de milyarlar harcanıyor – ama tam da bu giderler, dünya pazarındaki sorunlar karşısında yapılması istenen kalkınma programıdır. Burada ancak sığınmacı göçünün neden ve sonuçları üzerine biraz da olsa rasyonel bir tartışmaya dönülmesi talep edilebilir. Sığınma ve iş göçünün birbirinden ayırt edilmesi ve çıkarlar ile, bu çıkarların, kendisini özgürlükçü ve sosyal hukuk devleti olarak kavramak isteyen toplumun altına girdiği insan haklarıyla ilintili sorumluluklarla olan farkının açıklık kazanması önemlidir. Toplum sığınma hakkının tanınması için getirilen yeni kurallarla kendisine yönelttiği bu özgürlükçü ve sosyal hukuk devleti olma beklentisini tehlikeye sokmaktadır.
Durumun temel parametrelerinin gelecekte değişmesi pek de olası değildir: Silah sanayi Orta Doğu’ya olağanüstü miktarda silah satmaya devam etmek istiyor. Amerika’nın askeri müdahale, uluslararası hukuka aykırı savaş ve devletlerin yıkılması politikası Nobel Barış Ödülü almış bir devlet başkanının yönetiminde de değişmemiştir. Almanların savunma siyaseti, sığınmacıların uzaklaştırılması ve sözde çözümler politikası nüfusun büyük bir bölümü tarafından destekleniyor. Aşağıdan yukarıya daha keskin bir paylaşımın sosyal politikası 21. yüzyılın başında asıl şimdi hız kazanmaya başlamıştır. NATO’nun doğu yönünde genişlemesi Kohl/Gorbaçov devrinin Orta Avrupa’da kurduğu dengeyi yıkıyor, yeni savaşları körüklüyor ve bu sonuçta insanların karmakarışık yeni kaçış nedenlerine yol açacaktır (Bauer 2015).
Rasyonel bir gerekçelendirme için şu hatırlatma bir önem taşıyor: 1946’dan bu yana gerçekleşen göç akımlarının entegrasyonu başarılı oldu. Günümüzde artık hiç kimse Doğu’dan gelen sığınmacılar ve sürgün edilenlerden, tez canlı Sicilyalı konuk işçilerden (Sarışın Alman kadınlar henüz o zamanlar tehlike altında yaşıyordu) ve garip etnik Almanlardan söz etmiyor. Ve her birinin göç ettiği dönemde ne başkaldırılar ve ne medyatik gerilimler yaşanmıştır! Ancak: Bu göçler yaşanmadan cumhuriyet ekonomik ve kültürel açıdan ne durumda olurdu?
Kaynak:
Bauer, R. (Hrsg.)(2015): Kriege im 21. Jahrhundert: Neue Herausforderungen der Friedensbewegung. Annweiler am Trifels.
Piketty, T.(2015): Das Kapital im 21. Jahrhundert. 5. Auflage, München.
Habermas, J.(1985): Die neue Unübersichtlichkeit. Frankfurt am Main