Bu isterik bir tartışma. Başka hiçbir tartışma, özel alanda ve kamuoyunda göçmenlerin ve sığınmacıların entegrasyonu konusu kadar duygusal boyutta ve nesnellikten uzak yürütülmüyor. Ve tüm tarafların burada öne attığı yarım doğrular ve yanılgılar sorunları kalıcılaştırıyor ve derinleştiriyor: Göreciliğin (Relativismus) hoşgörüyle karıştırılması, özdeşlik ve dini aidiyetin siyasileştirilmesi, sosyo-ekonomik sorunların kültürselleştirilmesi ve toplumun (statü) kırgınlığına uğratılması ve acizlik duygusu karşısında sergilenen cehalet.
Çatışmaların arkasında yatan önemli sorunlar böylece yutulmuş oluyor: Eğitim, sağlık, iş piyasası, konut, insan hakları, sosyal hiyerarşi, sosyal yönden gerilemek, acizlik, kabul görmek. Dolayısıyla diğerlari hakkında daima farklı olan şeklinde konuşuluyor, göçmenler olduklarından daha da yabancı ve buradakiler olduklarından çok daha yerli olarak gösteriliyor. Yoksa diğerleri romantik tarzda bir kültüralizm aracılığıyla lezzetler olarak ağızda eriyebilir mi. Herşey «kültür». Biz kültür delisi ve bağıntı unutkanıyız. «Kültür» hakkında çok fazla ve bağıntılar hakkında çok az konuşuyoruz: İş piyasası, yükselebilme fırsatları, eğitim ve para.
Sosyal uzaklık
Reddetmek ve «yabancı düşmanlığı» büyük ölçüde toplumdaki hiyerarşi için yürütülen bir güç oyunudur. Kendisiyle sosyal uzaklık olması istenen kişi yabancı oluyor. Diğerlerinin kalıcı yoksulluğu kadar sosyal açıdan yükselmeleri de daha iyi konumdaki gruplar tarafından aynı oranda bir tehdit olarak yorumlanıyor. Sosyal açıdan yükselmek ne denli düşükse, o denli kaygılandırıcı. Herkes için.
İnsanların iyi ve kötü olarak ayrımı için geçerli özellik şu: Para. Ona sahip olan yabancı değil, kimde para bitiyorsa o yabancıya dönüşüyor. Kim sürekli «altta» kalıyorsa, o, insanların kendi köken kültürlerinden gelen ve daha yüksel bir yaşam biçemine sahip olandan daha yabancıdır. Yabancılaşma-yabancılaştırma böylece artıyor. Kimin «yabancı» olarak tanımlanacağı sürekli değişiyor. Yüz yıl önce Viyana’da «yabancılar» Çekler’di. Özellikle uyum eksikliklerinden, geri olmalarından, oturdukları yerlerin «pisliğinden» ve kökenlerinin tarıma dayanmasından («beceriksiz köylü») şikâyet ediliyordu. Alman miliyetçileri «kentin Çekleşmesinin kültürel gerilemeyle eş» olduğunu ve öte yandan “Viyana yolları Çek ayak takımı tarafından güvensiz hale getirildiğinde” turizmin zayıflayacağını belirtiyorlardı (Hamann 1998).
Standford Üniversitesi’nde (Freeman 2011) yapılan bir deneyin katılımcılarından, bilgisayarda kendilerine gösterilen insan yüzlerine bakarak, bunların hangi etnik kökenden geldiklerini saptamaları istenmiştir. Takım elbise giyen ve kravat takan, işdünyasıyla bağlantılandırılan kişiler, daha çok «beyaz» olarak sınıflandırılmıştır; kapıcı ve hizmetçiler dünyasından giysiler giyen insanların yüzleri daha çok «siyah» olarak sınıflandırılmıştır. Ancak yüzler aynıydı. Yalnızca sosyal statüleri ve meslek pozisyonları bazılarını diğerlerinden «daha siyah» ya da «daha beyaz» yapmıştır.
Kültürselleştirici kısa devre
Özel detektif, müşterisinin Tayland kökenli bir kadın olan Sri Dao’ya yaptığı evlenme teklifi karşısında kadının öfkelenmesini kadının kültürüyle ilişkilendirdiğini gördüğünde, «Orta Avrupa dışındaki tüm insanların eylemleri için nedenleri değil, aksine kültürleri olması gerekir…» diye düşünceye dalıyor. Kriminal roman yazarı Jakob Arjouni kültürselleştirmenin nelere neden olacağını figürüne keskin bir dille söyletiyor: Kültür sensin, her söylediğin kültür, seni sen yapan kültür, yaptığın herşeyi açıklayan kültür. Bunun dışında bir nedenin yok.
Nobel ödüllü ve ekonomi bilimci Amartya Sen (2007) herşey ya da hiç-özdeşliğine sahip olma zorunluluğunu “çoğulcu mono-kültüralizm” olarak adlandırmıştır. Bu, nüfusu oluşturan grupların tamamının, herkesin uyması gereken tek bir kültürden ve tek bir özdeşlikten çıktığını ifade eder. O, kan, köken ve din tarafından belirlenmiş olabilir. Mülti-kültüralizmin savunulması çoğu kez çoğulcu mono-kültüralizmin savunusundan başka birşey değildir, burada söylenenlere daha iyi kulak verilmeli ve daha ayrıntılı bakılmalı.
Ama inananlar haklarını insan oldukları için edinirler, bir dine, kültüre ya da kökene ait oldukları için değil. Bu tersyüz edildiğinde kültüralizm kapanına sıkışılır. Ne olarak doğduysan öyle kalırsın. Bir kez yabancı daima yabancı. O, bu nedenle, entegrasyon kavramını da kültürselleştirici tarzda ele almaktadır. Nemli, düşük standartta olmayan konutlara erişim böylece bir kültürel hak olarak tanımlanır – temel bir sosyal hak olarak değil. Aynı şeyler aile birleşimi, sosyal yardım, sosyal açıdan yükselme fırsatları, katılım için de geçerli. Böylece “yoksulistanlılar” daima “dışaristanlılar” olur.
Dinsel kültüralizm ırkçı kültüralizm gibi işlemektedir: Hangi inanca göre doğduysan ona inanırsın. Ama insanlar (dini) köken ya da geleneklere dayalı yönergeleri reddedebilme özgürlüğüne sahip olmak zorundadır. Bu demokratik anayasaya dayanan bir toplumun temelidir. İster tanrıya, Jahve’ye ya da Allah’a dua etsin, tüm inananlar aynı zamanda kadın ve erkektir, yoksul ve zengin, seçkin ve mağdur, güçlü ve aciz. Bu önemli, çünkü insan olarak biz kendi öykümüzle, kendi cinsiyetimiz, katmansal aidiyetimiz, mesleğimiz ile birden çok özdeşliğe sahibiz. Ve insanlar etnik ya da kültürel aidiyetlerinin, siyasi kanılarından ya da mesleki bağlantılarından veya bir kadın olarak üstlendiği rolden ya da seçtiği arkadaşlıklardan daha az önem taşımasına karar verebilmeli.
Entegrasyon kavramının kültürselleştirilmesi insan ve yurttaşlık haklarından konuşmak zorunda kalmamaya yarar. İnsan hakları üzerine konuşulmaması için kültürden söz edildiği şüphesi uyanıyor. Zorla evilik, sınırdışı gözaltılarındaki insan hakları durumu gibi tartışılabilmelidir, sözümona töre cinayeti aile içinde erkeklerin uyguladığı şiddet gibi, yetersiz eğitsel fırsatlar yabancı polisi tarafından ayrılan iki uluslu çiftler gibi tartışılabilmelidir. Özdeşsel ya bu-ya o ayrımı en zararsız haliyle bile savaşın tohumunu içinde barındırır. Christa Wolf’un (1984) Troja kralının kızı ve bir kâhin olan Kassandra’ya, savaşın ne zaman başlayacağı bilinebilir sözlerini söylettiği ve aynı adı taşıyan öyküsü şöyle: “Ama önsavaş ne zaman başlayacak?”. “Çoğulcu mono-kültüralizm” özünde kökten dincilerin savaş programından farklı değildir. Çünkü her ikisi de birbiriyle dost düşmanlardır.
Pekiyi öncü kültür, Batı, “bizim insanlarımız” sözleri ne olacak? Filozof Isolde Charim’e göre bunlar “yeniden oluşturumun” (Rekonstruktion) bir parçasıdır. Nitekim ulusal topluluk, ulusal bağ değiştiği için bu yeniden oluşturmaya gerek duyuluyor. Özellikle tam ulusal, dini ve kültürel özdeşlikler işe yaramadığından, yoğun bir karşı akım oluşuyor. Böylesi bir akımı her iki tarafın kültürcüleri arasında görmek olanaklı: Çoğunluk ve de azınlık toplumlarda. Psiko-analizci Sama Maani soruyor, acaba özdeşlik, “bugünün ızdıraplarının ilacını arayıp bulmayı umduğu geçmişteki yerde, daha çok bu ızdırapların nedenleriyle karşılaşmayacak mı?”. Örneğin yoksunluklarla karakterize olan bugünlerden kurtulmak umuduyla, “şanlı geçmişin” özlemini çeken İslamcı gericilikte olduğu gibi. Pekiyi özlemi çekilen bu “şanlı” yerin, yoksunluklarla dolu bir yer olduğu ortaya çıkarsa, kurtulamamış, ölü bir yer? O zaman özlemi çekilen o yer kabullenilmeyen şüpheciliğin yeridir, kişisel acizliğin yalnızca yaşayan umutsuz öfkesidir. Ve güçsüz bir tanrıya sorulmayan bir sorunun: Bizi neden terkettin?
İnsanların belirli yaşam koşullarında sergilediği eylemler
“Kültür” ayrıca siyasi ihmalleri ya da sistematik eksikleri yapılan açıklamalarla silmeye hizmet eder. Sağlık dairesinin bir çalışanı, neredeyse tamamı Türkiye’den gelen çok sayıda hasta aileden söz ediyor. Pedagog Annita Kalpaka (2009) bunun nedenlerini soruyor. Sağlık dairesinde çalışan kadın konutların kötü, duvarların nemli olmasını, hasta eden işlerde çalışmalarını neden olarak sıralıyor. Ve destek olarak, onlarla daha iyi ilgilenebilmek için dinleri ve kültürleri hakkında daha fazla bilgi edinmek istiyor. Ama elini kültüre uzatması ailelerin sorununu çözmüyor, yine de uzakta “siyasi”, yapısal olanı hedefe oturtmaktan, yani konutların kötü durumunu değiştirmekten daha olası, daha yakın görünüyor. Bu örnek kültürün neredeyse insanın doğası olarak düşünüldüğünü ortaya koyuyor. Annita Kalpaka kültürün artık aynı anda hem soru hem de yanıt olduğunu belirtiyor. Yaşam koşulları, ilişkiler, somut, sistematik bağlantılar yarı yolda kalıyor. Bağıntılar konusunda susmak için kültür üzerine konuşuyoruz. Son yıllarda tartışmada eşitsizlik farklılığa ve toplum kültüre dönüştürüldü.
Bir öğretmen öğrencilerinden köken ülkeleri için tipik kahvaltılıkları beraberinde getirmelerini istiyor. Bir gün sonra öğrencilerin tümü kültürel kökenlerine göre kahvaltı sofrasını hazırlıyor. Ama sorun çocukların öğretmen ve diğer öğrenciler tarafından temsilcisi olarak görüldükleri köken ülkelerini hiç tanımıyor olmasıydı. Öğretmenin düşüncesi için uygun bir ifade şu olabilirdi: Evde kahvaltıda ne yiyorsunuz? Bunlardan yarın okula da birşeyler getirin. Böylesi bir görev ile çocukların gerçekten ne yaptığı dile getirilmiş olur, bir ulusun temsilcilerinden beklenenleri yapmaları değil. Böylece gerçek kahvaltı alışkanlıkları, ama ayrıca farklı ükelerden gelen diğer insanlar üzerine, örneğin ebeveynlerin gece vardiyası ya da bebek yaştaki kardeşler hakkında vs. konuşulabilir.
Sosyalbilimci Mark Terkessidis okulda daima Yunanistan’ın hava durumundan sorumlu olduğunu ve öğretmeninin kendisini Antik Yunan uzmanı yaptığını anlatıyor. Benzer deneyimleri siyah tenli öğrenciler aktarıyor: Gösterişe sunulmak üzere daima davul çalma görevine veriliyorlar.
Kültürselleştirme anlamak istemenin bir biçimidir. Ancak bu biçimde temin edilmek ve netlik kazanmak, somut insanların zararına ve onların sergilediği tutumun nedenlerini ayrıntılı olarak algılama fırsatının aleyhine gerçekleşir.
Ancak – özellikle çocuk yuvaları çalışanları, öğretmen ve bakıcılar için – varsayılan kültür yerine, insanların belirli yaşam koşullarında sergilediği eylemlerden hareket edilmesi kaçınılmazdır. İnsanlar bu şekilde canlanır, sürekli kurban ya da kültür kuklaları ya da yardımların nesnesi olarak değil, eylemde bulunanlar, özneler olarak – ve aynı zamanda sosyal ve yapısal yaşam koşulları da canlanır.
Kaynak:
Bachinger, Eva und Schenk, Martin (2012): Die Integrationslüge. Antworten in einer hysterisch geführten Auseinandersetzung
Charim, Isolde (2012): Lebensmodell Diaspora: Über moderne Nomaden.
Freeman, Jonathan B. et al. (2011): Looking the Part: Social Status Cues Shape Race Perception.
Brigitte Hamann (1998): Hitlers Wien, S. 445.
Kalpaka, Anita (2009): Pädagogische Professionalität in der Kulturalisierungsfalle in: Rudolf Leiprecht und Anne Kerber (Hrsg.): Schule in der Einwanderungsgesellschaft, S.388.
Maani, Sami (2015): Respektverweigerung. Warum wir fremde Kulturen nicht respektieren sollten. Und die eigene auch nicht.
Sen, Amartya (2007): Die Identitätsfalle. Warum es keinen Krieg der Kulturen gibt, S.127
Wolf, Christa (1984): Kassandra.
[1] Studium der Psychologie an der Universität Wien, Sozialexperte & stv. Direktor der Diakonie Österreich, Mitbegründer der Armutskonferenz, Lehrbeauftragter am Fachhochschul-Studiengang Sozialarbeit am Campus Wien, Buchautor, Blog: www.eingschenkt.at