Prof. Dr. Wolfgang Kaschuba
Berlin Humbold Üniversitesi
Ocak 2016’nın bu haftalarında Stefano ve Abdullah oldukça huzursuz. Yalnıca kış tatili nedeniyle, kış da bir kez daha ara verdiği için değil, Alman Futbol Ligi de ara tatile girdiği için huzursuzlar. Ve her iki arkadaşım da Herta BSC’nin Noel öncesi gösterdiği beklenmedik başarıya yeni yılda da devam edip etmeyeceğini bilmeyi çok istiyor. Hayır, bu Ocak günlerinde de hala gelmekte olan birçok Suriyeli ve Afganistanlı sığınmacının Berlin’deki genel durumun ne olacağı sorusu da herşeyden önce onları huzursuz ediyor. Bu, hem kenti hem de Stefano ve Abdullah’ı meşgul eden bir konu olmaya devam ediyor: Bu kadar yeni insan ve yeni şeyler kente yerleştiğinde, bu yıl, bu yaz Berlin nasıl bir yer olacak?
Aslında her ikisi de yeni olmanın ne anlama geldiğini çok iyi biliyor. Abdullah genç bir adam olarak 1970’te İzmir’den Berlin’e konuk işçi olarak geldi: Yabancı ve ürkmüş, kısıtlı Almancası ve yeterli olmayan meslek deneyimiyle. Bugün Kreuzberg’de bir lokantanın sahibi. Stefano ise 1980’li yıllarda Güney İtalya’daki köyünü, sonraları Batı Berlin’de ve değişik meslek duraklarının ardından burayı taksi şoförü olarak yurt edinmek üzere, Stuttgart istikametinde terk etmişti.
Dolayısıyla her ikisi de “yabancılık” yaşadı. Özellikle Almanya’daki yaşlı insanların görünüşe göre kökeni ve anadilini şu tümceye hala inanacak kadar önemsediklerini her ikisi de deneyimlerinden biliyor: “Alman olunmaz, kişi ya Almandır ya da değildir”. Bir diğer ifadeyle, kişi yalnızca doğumla ve soyla Almandır. Ve bilindiği üzere ne doğum ne soy geriye dönük müdahalelerle düzeltilemez.
Buna rağmen her ikisi de Alman oldular. 100 yıldır klasik bir göç ülkesi olup da, birkaç yıl öncesine kadar ısrarla bunu inkâr eden bu Almanya’daki birçokları gibi onlar da nitekim “yeni” Almanlar oldular. 1900’lerden itibaren Ruhr Havzası’ndaki yüz binlerce Polonyalı, yalnızca Batı Almanya’da, 1945 sonrası gelen 12 milyon sığınmacı ve yurtlarından sürgün edilen insanlar ve 1960’lı ve 1970’li yıllarda gelen yaklaşık 10 milyon “konuk işçi”: Bunlar 20. yüzyılda yaşanan büyük göç hareketleriyle ilgili yalnızca açık rakamlardır. Ve salt bu rakamlar demek ki kaç Almanın “göç kökeni” bulunduğunu ve Almanya’nın ne denli geniş bir göç deneyimine sahip olduğunu göstermektedir.
Bugünkü gibi durumlarda, geçmişte yapılan hataları bir kez daha tekrarlamamak için bu deneyimler, bu bilgi çok önceden kullanılabilirdi: Yani sığınmayı ve göçü tehlike belirten “yıkıcı dalgalar” ve “çığlar” şeklinde resimlerle yeniden tartışmamak, yerlileri “biyolojik Almanlar” olarak yabancıların karşısına koymamak, kampların ve yurtların birer varoş olarak işletilmemesi ve entegrasyonun tek yönlü bir yol gibi kavranmaması. Bunu yaparak geçmişte bile iyi bir yol katetmedik ve günümüzde de katedemiyoruz.
Abdullah ve Stefano da böyle düşünüyor, çünkü onlar şehir kenarlarında kaldıkları yurtlardaki ve konteyner evlerdeki eski yaşamlarını pekala anımsayabiliyor. Ancak onlar aynı zamanda Almanya’daki toplumsal durum için olduğu kadar, kendileri için de tehlikeler görüyor – büyük sığınmacı rakamlarıyla bağlandırdıkları tehlikeler.
Bununla ilgili bazı nedenler ortada duruyor. Çünkü restaurant ve taksi işleri göçmenler için iş piyasasına geçiş yapabildikleri klasik iki iş alanını temsil ediyor. Abdullah ve Stefano’nun aslında işlerini kaybetmekten korkmasına gerek yok, ancak rekabetin artacağını düşünüyorlar. Konut pazarında olduğu gibi: Her ikisi de aileleriyle birlikte kirada oturuyor. Ve kira baskısı konut pazarının alt bölümünde, Berlin kentinde sosyal kira yardımına muhtaç yüzbinlerce ailenin ve tek başına yaşayan insanın, 180.000 üniversite öğrencisinin üzerine 60.000 ila 80.000 arasında sığınmacı eklendiğinde, elbette artacak. Ve “dini” açıdan kendilerine yaklaşan şeyin ne olduğunu da pek kestiremiyorlar. Her ikisi de, ne de olsa onlara cami ya da kilise yolunu tutmalarını pek sağlamayan Müslümanlık ve Katolik inançlarıyla aslında rahat bir ilişki içerisindeler. Sığınmacıların, yenilerin inançlarıyla böyle rahat bir tutum sergileyip sergilemeyeceğini ise bilmiyorlar.
Dolayısıyla her ikisi de diğer birçokları gibi şunu soruyor: Almanya’da bu kadar çok sığınmacıyı ne yapacağız? Ve bu soru şu nedenle çok ilginçtir ki – her ikisinden yazının bu noktasında ayrılıyoruz -, bu “biz Almanya’da” sözü şimdi bir anda ve neredeyse arkamızdan dolanarak yeni bir entegrasyon formülüne dönüştü. “Biz Almanya’da”: Bu söz şimdi “her zaman” ya da en azından “daha önceden” burada olanları kastediyor. Ve “her zaman” ile “daha önce” arasındaki uçurum görünüşe göre giderek daralıyor, çünkü her ikisi de – yeniye karşı – biraz birbirine yakınlaşan eski sakinleri tanımlıyor.
Bu refleks alışılmadık bir durum değil. Bu eskiden de böyleydi: 1950’lerin sonuna doğru daha yabancı olan konuk işçiler Almanya’ya geldiklerinde, – kendi ebeveynlerimde olduğu gibi – 1945’in sığınmacıları ve yurtlarından sürülen kesimler yavaşça ait olanlar olarak kabul gördü. Ve nitekim o an, benim gibi burada doğmuş çocuklar için, açıkça “sığınmacı” denilerek hakarete uğramadıkları ve dışlanmadıkları bir dönem başladı. Gerek ebeveynlerim gerekse ben en azından artık dışarıdakiler olmadığımız için de mutluyduk. Ve biz de o zamanlar İtalyan, Türk ve İspanyol işçilere minnettardık. Ama öte yandan yerlilerin bu yeni göçü “aşırı yabancılaşma” olarak görmelerinden ve hemen biz eski “yenileri” bir kez daha dışlamasından korkuyorduk.
Bugünkü durum farklı değil. Tüm toplumlarda ve özellikle de Alman toplumunda köken ve dil, din ve vatandaşlık gibi kavramları içeren şabloncu düşünüş kesinlikle aşılmış değil. Türkçe ya da Arapça konuşan bir kimse, neredeyse otomatik olarak bu nedenle doğru Almanca konuşamadığı şüphesiyle ilişkilendiriliyor. Kulağa yabancı gelen adlar işe ve konuta erişimi önemli ölçüde zorlaştırıyor – bu durum kendini bir dünya kenti olarak gören Berlin’de dahi geçerli. Etnik sınırlara ya da cinsel eğilime “çapraz” ilişki ve evlilikler hala sorunsuz olmaktan uzak – gerçi bu açıdan Bio-Alman ve göçmen çevreler birbirine oldukça benzer çevrelerdir. Nitekim son yıllarda yaptığımız araştırmaların ortaya koyduğu bulgular bunu açıkça gösteriyor.
Buna rağmen birçok şey değişti. “Almanya’da toplum”, günümüzde yenilerin ve 1945’teki sığınmacılardan ve de 1960’larda gelen konuk işçilerden farklı olarak birçok açık kapı da bulabildikleri çok daha açık bir manzarayı ifade ediyor. Özellikle kentlerde nüfus karışımları çoktan gerçekleşti ve bunlar köken ve vatandaşlık farklarıyla zaman kaybetmiyor, daha çok özel çıkar ve yaşam biçemleri arasındaki ortaklıkları sorguluyor. Özellikle genç kuşaklarda müzik ve moda zevki, internet dünyası ve ağlar, yemek kültürü ve selfi artık gerçekten “özdeşlik” kazandıran ortak günlük yapılar rolünü oynuyor. Çünkü nitekim günlük yaşamın bu açık kültürü – 1960’lı yıllardan çok farklı olarak – günümüzde bizi birbirimizle tekrar tekrar ilişkiye sokan ve birbirimize bağlayan şeydir.
Elbette bu kültür aksi yönde ayrıma da neden olabilir. Göç toplumlarındaki anlaşmazlıklar da aynı şekilde günlük yaşamdır. Konuk işçi kuşağı bunu yeterince yaşadı. Ve anlaşmazlıklar bugün de devam ediyor. Bazen hala oldukça aşırı biçimde: PEGIDA yandaşları, aslında önünde Hıristiyan Batı’yı savunmak istedikleri bir kiliseyi içeriden pek tanımıyor ve aslında bir sığınmacıyı da bizzat kendi gözleriyle de pek görmedi. Ama her ne olursa olsun korkularını ve önyargılarını baştan tutanağa geçmek ve yaşamak istiyor – bunu memnuniyet duyduğu saldırganca bir tavırla da yapıyor.
Buna karşı geçmişte olduğundan daha fazlasını yapmalıyız: Bizim ortak göç toplumumuzu Almanya anlayışımızın merkezine ve inatçı Bio-Almanları onun kenarına yerleştirmeliyiz. Bununla beraber son yıllarda hep birlikte önemli ölçüde bir “Almanya” başardığımızı unutmamalıyız. – Bu nedenle – sığınmacı tartışmalarında bu boyut kolayca gözden kaçıyor – birçok insan ülkemize gelmek istiyor.