Fırat Yıldırım
Wuppertal Üniversitesi
“Her insan eğitim hakkına sahiptir”, 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 26. maddesinde bu yazılı. Birleşmiş Milletler üyesi ve sözleşmede imzası yer alan 193 ülkenin bu hakkı tanıyor olmasına rağmen, dünyanın birçok bölgesinde bu hakka tatmin eder düzeyde sahip çıkılması ve uyulması hâlâ yetersiz. Eğitim hakkının hayata geçmesinin ve böylece yaşam fırsatlarının iyileştirilmesinin önündeki en belirgin engeller, görünüşe göre siyasi istikrarsızlığın varolduğu ya da salt gerekli mali kaynağın yetersiz olduğu yerlerde karşılaşılmaktadır. Eğitim hakkını konu alan ulusal ve uluslararası söylemlerin odağına, bu nedenle, başta geri ülkelerin hukuk devleti ilkelerini desteklemeyi sürdürmenin, bir diğer ifadeyle söz konusu devletlere eğitim bütçesiyle yardım etmenin yerleşmesi pek ender ratlanan bir durum değildir. Bu düşünüşün adeta bir yan ürünü olarak, birçok insanın kafasında, “sağlıklı” demokrasilerde eğitim hakkının tüm hedeflerinin rahatlıkla hayata geçtiği, gerek UNESCO eğitim raporu gerekse de OECD’nin yıllık incelemeleri açıkça aksi bir görüntü çizse de, bu yüzden durumun yeniden gözden geçirilmesine gerek olmadığı izlenimi yaygınlaşmıştır. Her iki rapor aynı ana fikri paylaşıyor: Tam da önde gelen sanayi ülkelerinde, bilindiği üzere Almanya da buna dahil, eğitime erişim eşit dağıtılmamıştır ve dolayısıyla yalnızca sözümona gelişmekte olan ülkelerin bir sorunu olarak görülemez. Öyle ki burada da her öğrencinin sosyal kökeni, kişinin devletin sunduğu eğitim kaynaklarından hangi oranda yararlanacağını korkunç bir ölçüde etkilemektedir. Buna göre zayıf sosyo-ekonomik statü ve/ya da göç kökenlilik gibi belirleyiciler (Determinanten) eğitim fırsatlarını sınırlayan bir etkide bulunurken, örneğin eğitime yakın bir geçmişe sahip aileler, bu belirleyicileri ek olarak tetiklemektedir. Bu kabataslak bir durum değerlendirmesidir. Bu kötü koşulları sıralamanın kamuoyunun ne derece dikkatini çektiği ve/ya da bu durumdan etkili kurumlar üzerinde ne denli genel bir reform baskısı oluştuğu sorulduğunda ise, verilecek yanıt pek tatmin etmeyecektir: Özellikle toplumun ayrıcalıklı olmayan kesimlerinde sorun bilincinin olmaması egemendir, bu, mağdur edilenlerin hoşnutsuzluğunun, kalıcı bir direniş ve böylece değişim için fırsat oluşturmak üzere önemsenecek bir potansiyele dönüşmesini zorlaştırmaktadır.
Dolayısıyla reform girişimleri güçlü itkiyi farklı yönlerden almak zorundadır. Bu bağlamda hangi seçenekler tartışma konusudur? Ulusal eğitim stratejisinin tümüyle yenilenmesi aslında uzun süredir gündemde ve bu ülkede statükonun savunucuları şu an her ne kadar güçlü bir lobiye sahip ve başarıyla kendilerini savunuyor olsalar da, bu yenilenmenin uzun vadede engellenmesi olanaksızdır. Pekiyi sosyal insan haklarının hukuksal yönden köklü bir değer artışına tabi tutulması neyi ifade ederdi? Örneğin “eğitim hakkının” uluslararası ölçekte daha yoğun bir standartlaştırmaya tabi tutulması, önemli sorumlulukların otaya çıkmasına ve bunların böylece ulusal süreçlere olumlu bir etkide bulunmasına ek katkı sunabilir mi? Şu an gerçekten de büyük ölçüde bu yönde ilerleyen, kısmen hararetli tartışmalar yaşıyoruz. Çünkü UNESCO Eylem Planı Education for All için belirlenen hedeflere ulaşılamaması, salt sembolik siyaset ile gerçekliğin durağan yapılarına karşı konulamayacağını bir kez daha hepimizin gözleri önüne serdi. Dolayısıyla gelecek yıllarda farklı hukuk kaynakları arasında oluşacak etkileşimin, devam eden manevi çağrıların yanı sıra, eğitim hakkına kararlılıkla uyulmasına da etkide bulunup bulunamayacağını ve nasıl bir etki yapabileceğini merakla bekleyebiliriz.