Prof. Dr. Michael Winkler
Jena Üniversitesi
Almanya’da eğitim konusu neredeyse on beş yıldır kesintisiz olarak dikkatleri tartışmasız üzerine çekmektedir. Bu çok olağanüstü birşey, çünkü çağdaş toplumlara yalnızca kısa vadeli konu konjonktürlerine izin veren bir öfke kültürü egemen oldu. Ancak tartışma, bir yandan, daha çok sık sık retorik düzlemde ve sembol siyaseti düzleminde yürütüldüğünün, gerçekte ise aynı zamanda ağır tasarruf zorunluluklarıyla karşı karşıya olunduğunun üstünü örtüyor. On yıllar boyunca gerekli yatırımlar yapılmadığından örneğin bazı belediyelerdeki okullara artık birer harabe denebilir. Ayrıca gereksinim duyulan nitelikli pedagojik kadro ve öğretmenlerin istihdam edilmesi hiç de gerçekleşmiş değil – ve bu durum güncel sonuçlarıyla bir bedel ödetiyor, çünkü okullar sığınmacı göçüyle birlikte yıkıma uğruyor. Öte yandan siyaset, kamuoyu ve sözümona uzmanlar arzu ediyorlarsa rakam ve verileri dayanak alabilirler, ancak onlar örneğin öğretmenlerin her gün uğraşmak zorunda kaldıkları somut gerçekliği kolaylıkla gözardı ediyorlar. Daha da kötüsü: öğretmenler içselleme gibi programlar, kontrolden çıkmış testler ve ders saatlerinin kısılması gibi nedenlerle düzenli olarak beklentilerin altında ezilmekte. Böylece çocuklarla okulda alıştırma yapmak artık imkansız oldu. Bu durum nihayet eğitim sisteminin – Richard Münch’ün isabetli sözüyle belirttiği gibi – PISA ve McKinsey rejimine terkedilmesinin ardından başa çıkamadığı temel soruna işaret ediyor. Sistem kendi önüne koyulan çelişkiler altında parçalanma tehlikesiyle karşı karşıyadır: Aynı zamanda seçkinlerin desteklenmesi ve kimsenin geride bırakılmaması, içeriklerin temel yeterliklere indirgenmesi, ders türlerinin genişletilmesi isteniyor. Beklentiler artacak ve aynı zamanda olabildiğince herkes kapsamlı eğitimden geçirilecek. Konu genel eğitim olmakla birlikte, farklı branşların gereksinimleri gözönünde bulundurulmak isteniyor – Almanya’nın uluslararası ölçekte alışılmış akademisyen eğitiminden eğilimsel olarak üstün ve birçok ülke için örnek oluşturan, iyi yerleşmiş bir meslek eğitim sistemine sahip olduğunun düpedüz gözden kaçmış olduğu burada bir kenar notu olarak belirtilmiş olsun.
Herşeyden önce kurumlarda profesyonel, nitelikli işgücüyle yapılan, resmi, yönetmeliğe dayalı bir eğitimin ölçülerini temel alan bir eğitim anlayışı kendini ilkece benimsetmiştir; en azından eğilimsel olarak, tüm çocuk ve gençler için olabildiğince en erken yaşta başlayacak ve tümgünü kapsayacak şekilde, bakım ve eğitimi garanti altına alma istemi buna eklenmektedir. Yalnızca şu belirtilmiş olsun: Aslında bakımın hedefinde reşit olmayanlar vardır, temel pedagojik görev olarak bağımsızlık olanağının sağlanmasıyla bunun uzaktan yakından bir ilgisi yok. Bu olmadan genç insanların hangi bedeller ödemek zorunda kalacakları pek düşünülmeyecek: Bilindiği üzere genç insanların ve de sosyal birlikteliğin gelişmesinde son derece önemli olan boş zamanları değerlendirme etkinlikleri yarı yolda bırakılmakla kalmıyor. Dahası, okulların ve özellikle de tümgün uygulamasının, zorla kolektifleştirmeden muzdarip gençler için açıkça bir cehenneme dönüştüğü dikkate alınmamaktadır. Ve nitekim şu da geçerli: Okul mimarisi dinlenme olanakları sunmuyor, kişi grubun gürültüsüne acımasızca terk ediliyor.
Belirleyici değişiklikler bir yanda kreş ve çocuk yuvaları kullanımının bir sosyal dayatıyla kendini kabul ettirdiği ve daha da sistematikleştirilmiş eğitim planlarına dayalı erken çocukluk pedagojisi alanında gerçekleşti. Bu değişiklikler, gerek erken çocukluk gerekse de ilköğretim alanında, bir diğer ifadeyle ilkokullarda çocukların kendi yaşam dünyalarıyla karşılaşmaları ve onunla uğraşıları yarı yolda kaldığı için sorunsuz değildir. Öte yandan şu ana kadar erken çocukluk pedagojisinin nicel genişlemesi için gerekli ve pedagojik niteliği düzenleyecek yasaların hazırlanacağı umudu verildi. Aslında tüm eyaletler hazırladıkları eğitim planlarını yasalaştırdı, ancak bunlar son derece heterojen ve çocuk yuvalarında uygulanacak pedagojiyi ciddi bir şekilde düzenlemek için pek bir katkı sunmuyor. Bu durum ilkokul ve sonrasında daha da karmaşıklaşıyor. İlkokullar yazı yazmanın öğretildiği dersleri son derece heterojen ve oldukça tutarsız şekillendiriyor – çocuklar üçüncü sınıftan itibaren yazım kurallarına egemen olmayı öğrenebilmek için duydukları gibi yazmayı öğreniyor. Örneğin Kuzey Ren Vetfalya’da ortaokul ve lise düzeyinde zorunlu tümgün uygulamasına geçen okulların, ebeveynleri tamgün çalışan çocukları kabul etmeme eğiliminde olduğu belirtiliyor; çünkü bu ebeveynler saat 17’ten itibaren yapılması gereken ev ödevleri için gerekli destekte bulunmayı garanti edemeyebilirler.
Durum böyle olduğunda insan kendini aldatmamalı: Bazılarının adına ilerleme dahi diyebildikleri tüm bu değişimlerde eleştirel sorgulamalar eksik kalıyor. Tam tersi: Bunlar neredeyse yasak. Aslında okul politikası adalet ve fırsat eşitliği yönergeleri üzerinde yükseliyor, ayrıca genç insanların okuldan mezuniyetsiz ayrılmaları ya da okulu 1 derecesinin altında bir yeterlik düzeyiyle terketmeleri engellenmek isteniyor. Ancak Almanya uluslararası karşılaştırmalı araştırmalarda daha iyi sonuçlar elde etse de – bu ne ifade ediyorsa artık – buradaki rakamlarda pek bir değişiklik olmadı.
Her halükârda siyaset, kamuoyu ve ayrıca birçok ilgilinin onayladığı, güçlü, düzgüsel (normativ) etkide bulunan bir anaakım var. Ama tartışmaların odağında özneler yok ve hatta kendi yaşam evresine sahip olma hakkıyla çocuk ve gençler tartışmaların merkezinde hiç yer almıyor. Eğitim sisteminin tüm boyutlarıyla yönünü daha çok iş hayatının gereksinmelerine çevirmesi kendini çoktan kabul ettirmiştir. Artık insanlar yalnızca yatırıma elverişli bölge olarak Almanya’nın geleceğine yarar sağladıkları sürece değerli görülüyor ve bu yatırım bölgesine uygun hale getirilmek isteniyor; bu bağlamda daima uluslararası rekabete ve diğer ülkelerin büyük çoğunluğunun çocukları tümgün uygulamasıyla çalışan okullara yerleştirdiklerine işaret ediliyor. Pekiyi bu karşılaştırma bir işe yarıyor mu? Almanya ekonomik gücüne henüz eğitim sistemindeki bu değişiklikler yapılmadan önce kavuştu, Fransa’da kadınlar maruz kaldıkları, formel ve informel iş dayatılarına karşı o ülkede giderek direnmeye başlıyor.
İş hayatına bu tarzda yönelmenin başladığı yer, ebeveynlerin tümüyle iş piyasasının hizmetinde olabilmeleri için çocukların olabildiğince erken bir dönemde kurumlara bırakılmasının zorunluluğudur. Bu yönelim tümgün uygulamasına geçen, ama artık okul dışı etkinliklere zaman bırakmayan kurumların kabul ettirilmesinde yansısını bulur. Bunun iki sonucu var: Bir yandan biçimsel olmayan ve informell eğitim olarak bu okuldışı etkinliklerin genç insanların iyi gelişebilmesi için büyük bir önem taşıdığı araştırmalardan biliniyor. Öte yandan genç insanlar zamansal nedenlerle etkin olamadıkları dernek çalışmaları yüzünden, derneklerin sosyal ve kültürel altyapısı da tehlikeye giriyor. Spor dernekleri okullarla işbirliği yapamadığında, en basitinden altyapıdan yetiştirecekleri kuşağı kaybetmiş olurlar, kırsal bölgelerde gönüllü itfaiyecilik için bunun çok ağır sonuçları olabilir. Birçok yerde bu alandaki yeni kuşaklar eksik – uzun vadede bu gerçekten de çok tehlikeli olabilir. Aynı zamanda ebeveynlerin kısa sürede iş hayatına geri dönmeleri isteği, ailelere pek de gizli kapaklı yöneltilmeyen bir eleştiriyle el ele yürüyor. Aileler şu anda çocukların yetiştiği iyi bir yer değil, daha çok risk unsuru olarak görülüyor. Ancak: Sosyal ve etik beceriler nitekim aile olarak bilinen bağlamlarda edinilmektedir; öyle ki bu kuruluşlarda değil, ailede başlayan okuma öğrenimi için de geçerlidir. Bu gelişme, özellikle göçmen ailelerin çocuklarını toplumdaki yaşama ve iş hayatına yeterince hazırlamadıkları teziyle neredeyse ısrarla gerekçelendirildiği için son derece ağır bir sonuç doğuruyor. Bu bağlamda da çocuk yuvası zorunluluğunun çocukları az ya da çok en uygun hale getirmesi isteniyor – bu arada göçmen ailelerin eğitim beklentilerine karşı koyduklarını belgeleyen herhangi bir kanıt bulunmuyor.
Demek ki tartışmalar daha çok karışık niteliktedir, herşeyden önce tartışılması ve çözülmesi belki de önemli olan sorun ve görevler unutuluyor. Bu unutulanlar, düzenli olarak eğitimin gerçekte ne olduğunu tanımlayan temel sorular ve temel anlayıştır. Buna açıklık getirmek zahmetlidir ve hatta diyalektik düşünüşü gerektirir. Ama böylesi bir uğraşıdan kaçmak olanaksız, en azından genç insanların büyümesi ve gelişimini belirleyen kalite üzerine bir uzlaşmaya varılmak isteniyorsa eğer, bu uğraşıdan kaçış olamaz: Başlıca sorulardan birisi eğitim anlayışıyla ilintilidir. Eğitim kavramı bilindiği üzere Almancada özel bir anlam taşır. O oldukça karmaşık bir olayı kapsar. Bu karmaşık olayda ise, insanların verili koşullarla, sosyal ve kültürel dünyanın nesnel ve düzgüsel görev yapılarıyla bağımsız bir şekilde ilgilenerek, birer özne olarak nasıl kendi kendilerini belirledikleri odak noktada yer alır. Eğitim bu anlamda etkisi ölçülebilen örgütlü bir etkileyiş, bir yönerge ifade etmez. Eğitim kavramıyla, daha çok, bir taraftan insanların özgürlüğe ve verili koşullarla ilgili görüşe nasıl ulaştıkları, diğer taraftan özgüvenlerini ve temel, evrensel düzgülerle ilgili anlayışlarını nasıl geliştirdikleri açığa kavuşturulmak istenmektedir. Onlar bu durumda kesinlikle sosyal ve kültürel dünyanın dışına savrulmazlar. Oysa bu eğitim kavramı ne saftır ne de toplumsal ve ekonomik gerekliklere bakışı reddeder. Nitekim Humboldt, Schleiermacher ve Hegel zamanında ulusal ekonomi hakkındaki yeni bulgularla ilgilenmişlerdir. Bu açıdan onlar eğitimden söz ettiklerinde elbette konu öznelerin toplumsal ve ekonomik bakımdan gerekli iş süreçlerine katkı sunmalarıdır – birer kul olarak değil, eleştirel aktörler olarak, belirli şirketlerin güncel amaçları için bir araca dönüştürülmeden. Çünkü eğitim teorisyenleri, örneğin ekonomi derneklerinin sözcülerinin belirttiklerinden farklı olarak, iş hayatının çok daha hızlı değiştiğini biliyordu. Okul bu bağlamda temel bir rol oynuyor, çünkü o aydınlanmanın bir mercii olarak temel bilgilere erişimi sağlayabilir ve herşeyden önce bu temel bilgileri, özgüveni ve dünyayla ilgili eleştirel bir anlayışı erişilebilir kılan düşünce biçimine dönüştürür. Okul aynı zamanda demokratik bir yer olarak kabul edilir, çünkü özneye yöneltilen beklentiler eşit oranda, dolayısıyla da onların sosyal kökenlerinden bağımsız olarak geçerlidir.
Şimdi tüm bunların kulağa son derece idealist geldiği itirazında bulunulabilir – ve bu doğrudur da, çünkü bu temel düşünceler aslında uzun bir geleneğe sahiptir, ama gerçekte Alman idealist felsefesi tarafından oluşturulmuşlardır. Ancak: Böyle olması bu düşüncelere ters midir? Biraz iğneleyici tarzda formüle edecek olursak: Klasik eğitim teorisyenleri, düşüncelerini, kapitalist toplumu göz önünde bulundurarak geliştirdiklerini biliyordu, gerçi kapitalist toplumun karanlık yönlerini çok çabuk kavramışlardı – hatta Karl Marx’tan çok daha önce. Kapitalist üretim gerçeği günümüze dek hiç değişmedi, bu açıdan eski olduğu varsayılan düşünceleri, özellikle de eğitim süreçlerinin kalitesi üzerine kafa yormak istendiğinde, ele almak elbette anlamlı olabilir.
Ama bu noktada bir çekinceyle karşılaşılması engellenemez. Eğitimbilim (Erziehungswissenschaft) artık bu sorunsallarla muhatap olmak istemiyor (bunun dışında, örneğin sosyal çalışmalar branşının şu anda eğitim ve eğitim-öğretim sorularının artık hiçbir rol oynamadığı kendi bilimsel zeminini hazırlıyor olduğu burada belirtilmiş olsun). Eğitim-öğretim bilimlerinin (Bildungswissenschaften) yaptığı araştırmalarda düzgüsel sorular merkezi bir rol oynasa da, o kendini ampirik çalışma odaklı bir bilim olarak kavrar. Onlar eğitim-öğretim sisteminin hangi oranda verimli ve dolayısıyla ne kadar etkili çalıştığını, yeterlikler ürettiğini göstermek istiyor (yeterliklerin ne olduğunu, onları neyin karakterize ettiğini ve gerçek anlamda nasıl ölçülebildiklerini aslında kimse tam bilmiyor). Öğretimin ne anlama geldiği gibi temel sorular ve özellikle sonunda kaliteyi ele alan düşünceler görevden uzaklaştırılmıştır. Ama eğitim-öğretim bilimleri aynı zamanda öğretimin örgütlenmesinin asıl olarak yönünü neye göre belirlemesi gerektiğiyle ilgili artık neredeyse eleştirel bir tartışma yürütemeyecek ölçüde siyasetin esiri olmuştur: Her çocuğun, her gencin bir toplumda özgürce ve kendi belirlediği şekilde katkı sunabilmesi için, bu toplumun gerektirdiği en temel beceri ve bilgileri edinme hakkı, temel bir haktır. Literacy kavramı (okur-yazarlık) bu bağlamda pek de kötü değil. Çünkü bu kavram insanların kendi toplumlarını ve verili kültürü sözcüğün her yönüyle “okuyabileceklerini” ve nasıl okuyabilecekelerini ve bu topluma “yazarak dahil olabileceklerini” ve yazarak nasıl dahil olabileceklerini; ve aynı oranda geçerli olup, kendi kendilerini “hesaplayabileceklerini” ve nasıl hesaplayabileceklerini ortaya koyuyor. Okumak, yazmak, hesaplamak. Hiç kimse bunları bir kenara bırakamaz ve bu becerilerin aktarımı ve alıştırması okullar tarafından garanti altına alınmalıdır – nitekim onlar kesinlikle kültürel tekniklerdir. Ancak güncel çelişkilerden biri olan şu prüz engellenemez: Ne kadar süreceğinden bağımsız olarak okur-yazarlığı edinmek için olanak yaratılmalıdır. Belli bir zamanlamadan yola çıkan testler bu noktada pek işe yaramaz. Çünkü insanların öğrenim hızı farklıdır. Örneğin içselleme (Inklusion) söz konusu olduğuda, bazı insanların temel beceriler geliştirmek için neredeyse tam bir yaşam süresini kapsayan bir zamana ihtiyaç duyması normaldir.
Ancak – ve bu noktada artık düzgüsel sorulardan kaçış olanaksızlaşıyor: İnsanların, tabiri caizse – ve bu ifadeyi yine de kullanmış olmak için – daha çok teknik nitelikli temel yeterlikleri edinmesi yeterli midir? Elbette hayır! Okumanın ve okunmuş olanın, matematik ve doğa bilimlerinin kapsamlı olarak kavranması söz konusudur. Eğitim-öğretim politikalarının bu bağlamda neden artan oranda geniş bir kültürel kanondan vazgeçtiği, neden özellikle kullanmalık metinlerle çalışmayı ön plana taşıdığı, bir yere kadar açıklanması zor birşey olmaya devam ediyor. Bir toplum ne denli çoğulcu olursa olsun, köken kültürlerinin çeşitliliği, sosyal ve kültürel bir ortamda hazır bulunan ve birlikte yaşamın ana şemasını belirleyen bir kültürel miras olarak anlamlandırma çeşitliliğine insanların artık erişme olanağı tanınmamasının gerekçesi yapılamaz. Çoğulculuk, yapılacak açılımların, göçveren ülke kültürünün herkes için de erişilebilir olmasını sağlayacak düzeyde gerçekleştirilmesini ifade edebilir yalnızca. Örneğin Türkçe neden Fransızca yerine ikinci dil olarak öğrenilmesin (böyle bir seçime şahsen üzülsem de)? Göçmenlerin kültürel kökenleri hakkında gerçekte ne kadar bilgi mevcut? Bu da yeterli değil: Kalite beklentisi yüksek bir eğitim-öğretim sistemi, bir toplumun kültürel konuları ve içeriklerine herkesin erişmesini sağlar, siyasi bir toplulukta mevcut siyasi, sosyal ve hukuksal kurum ve olanaklarla tanıştırır – bunu ayrıca kendini ve kendi konumunu gerektiği gibi sürdürebilmek ve koruyabilmek için yapar.
Ama herşeyden çok: İyi bir eğitim-öğretim sistemi bütün çabalarını toplumdaki tüm insanlara, özgürce, kendi kararlarıyla ve özgüvenle, özerk olarak yaşamlarını sürdürebilecek şekilde gelişme olanağını açmaya yoğunlaştırır. O, kendi kendini kavrayan, kendine kefil olan, sosyal ve kültürel dünyasını şekillendirmeye katkı sunmak üzere bu dünyaya ilgi gösteren özneler ister – eleştirel uğraşta bulunarak, bir de insanın kullanılmasını ve onların hayatı üzerinde tasarrufta bulunulmasını protesto ederek. Dayanışmacı, ama uyumlandırılmış değil. Şu söylenebilir: Özgürleşmiş. Alman eğitim ve öğretim sistemi günümüzde bu özgürleşmeden, hiç olmadığı kadar uzak – buna rağmen genç insanların kendilerine yöneltilen dayatmalara karşı direnemeleri de söz konusu olabilir. Gençlik araştırmalarının ortaya koyduğu en yeni bulgular buna işaret ediyor. Bu açıdan bakıldığında, modernleştirilmiş Alman eğitim ve öğretim sisteminin bile, şimdi bir kez daha, hiç de bu şekilde yetişmeleri istenmeyen, ama şu anda kendi yollarında ilerleyen insanları doğuran bir truva atına dönüştüğü ortaya çıktı.