Kübra Gülay
Duisburg-Essen Üniversitesi Türkistik Bölümü Öğretmen Adayı
Sıcak. Huzur. Sevgi. Saygı. Yeşil. Güneş. Dağlar. Aile. Komşu. Sevgi. Arkadaş. Huzur. Memleket.
1980 yılında gözlerimi açtım. Dünyaya merhaba dedim. Bir tatlıydım bir tatlıydım ki… Ailemin ilk torunu, göz nuru… Ailemin her bir üyesi kız olmama çok sevindi, bir kişi hariç – o da babaannem-. Ya da bizim değişimizle „ana“. Evet biz öyle büyüdük, babaannemiz de bir anneydi bizim için – o yüzden hep „ana“ derdik ona. Neden mi sevinmemişti kız olmama? Kızlar bu dünyada çok çekiyor derdi, bütün dünyanın yükü kadınların üzerinde derdi. O yüzden de, acıdığından, kız olmama sevinmemişti. Bir yandan da haklı mıydı sanki?
‘Hayatta en güzel dönemim çocukluğum…’ diyen insanlar vardır ya, ben de onlardan biriyim. Biz köyde doğduk köyde büyüdük, şehir nedir, nasıl bir yerdir hiç bilmezdik. Tabii ki Türkiye’nin başka illerinin de olduğundan haberimiz vardı, ama mesela İstanbul dediklerinde orayı bizim köy gibi hayal ederdim. Çocuk aklı işte…
Sen de elbet bizim köyümüze gideceksin, nereden geldiğimizi göreceksin, nerede doğup büyüdüğümü. Umarım o zamana kadar insanlar bütün doğamızı yerle bir etmezler… Ama varsayalım ettiler, o zaman şunu bilmen gerekir: Şimdiye kadar içtiğim en temiz en soğuk su oradadır. En güzel oyuncakları sorarsan? Taştan, tahtadan, çamurdan yaptığımız oyuncaklardı. Televizyonsuz, internetsiz büyümenin tadını doya doya çıkardık o zamanlar. Dışarı çıkıp gezdik tozduk. Bizim köyümüzün dağları çok meşhur. Zaten köyümüz de bir dağın tepesinde sayılır. Bir de bizim evimizin bir manzarası var – paha biçilemez -. Kapıyı açtığında, ki hep açık olurdu zaten, komşular girer çıkardı, herkesin evi, herkesin eviydi. Yabancı kelimesini bilmezdik. Manzaraya geri dönecek olursak, karşındaki dağlar alabildiğince uzanıyordu, dağların tepesinde kıştan kalan kar tabakaları duruyordu ve bir nefes alıyordun, bütün doğanın temizliği, vücudunu, zihnini temizliyordu sanki.
Benden bir sene ve iki ay sonra bir erkek kardeşim dünyaya geldi ve ben çok sevindim. Maceralarımızı beraber çizer beraber yaşardık. İlkokula beraber gider beraber gelirdik. Notlarımız çok iyiydi, hocalarımız da bizi çok seviyordu. Annem de sabah akşam tarlada mısır toplardı, lahana toplardı, odun taşırdı, evin işiyle meşgul olurdu ve babam Almanya’da olduğu için yeri gelir evin erkeği de kardeşim olurdu. Biz dedemlerle beraber yaşadık… Küçücük içi tahtadan olan sonrasında ise dışına beton vurulan bir evde yaşadık… Annemle, anamla, kardeşimle, halamla, dedemle ve amcalarımla hep bir arada… Sobanın başına oturur, annemin topladığı mısırları közde ısıtıp ısıtıp yerdik hep… Gelenimiz gidenimiz çok olurdu, o yüzden canımız hiç sıkılmazdı.
Benim çok uzun saçlarım vardı, taramayı hiç sevmezdim ama saçımla oynamayı çok severdim. İlkokuldaki kızların beni kıskandığını biliyorum. Ben de ne yalan söyleyim? Bu durum hoşuma gitmiyor değildi. Bizim okulumuzda horon ekibimiz vardı, bizim kızlar ve ben yöresel kıyafetlerimizi giyip horon teperdik. Çok hoşuma giderdi.
Babaannem ve dedem tartışıp dururlardı. Sevgilerini öyle gösterirlerdi birbirlerine. İkisi de çok komik insanlardı aslında, hayatımızı renklendirirlerdi hep. Tipik bir Karadeniz ailesiydik yani. Her gün bir başka maceramız olurdu böylece.
Babamı sorarsanız, o ben bildim bileli Almanya’daydı. Bizim için orada para kazanıyordu. Ama çok az kalmıştı, o da yanımıza gelecekti. Bize Almanya derlerdi ama, Avrupa’nın bir ülkesi olduğunu düşünmezdim, işte uzaklarda bir yerlerde çalışmak için bir yer olduğunu düşünürdüm. Babam bazen bize mektuplar, resimler yollardı, bizi özlediğini söylerdi. Resimlerin arkasına da hep bir not bırakırdı, o zamanlar çok modaydı öyle. Biz de onu çok özlerdik. Çok az görürdük onu. O yüzden dedem daha da bir baba rolünü üstlenmişti bizim için.
Tam dördüncü sınıfın sonu, karne zamanı yaklaşmıştı. Ben 10 yaşındayım. Yaz mevsimiydi. Her yer yemyeşil. Kuşlar oradan oraya uçuşuyordu, çiçekler rengarenkti, ağaçlardaki elmalar kıtır kıtır… İşte tam o zamanlar babam Almanya’dan gelmişti. Çok sevinmiştik! Hasret giderdik, oynadık gezdik tozduk. Yanımızda babam olduğunda bir başka oluyordu. Annemin babamın yanına gitmek istediğini babam yokken de biliyorduk zaten. Ayrı olmaktan dolayı annem çok mutsuz olurdu. Babamın geldiği o yaz döneminde işte, ikisi bir karar vermişlerdi.
Merhaba Almanya.
Babam anneme, kardeşime ve bana vize için başvuruda bulunmuş, ama henüz haber gelmemişti. Bana hislerimi sorarsan, hem üzülmüş hem de sevinmiştim. Almanya’yı merak etmiyor değildim, nasıl bir yer, insanları buradan çok mu farklı diye düşünüp duruyordum. Sonradan duydum ki babam bizi oraya götürmek istememiş, çünkü kendisi de mutsuzmuş ve vatanına geri dönmek istiyormuş. Ama annem ısrarla onu ikna etmiş, çünkü on seneden beri annem babamın yüzünü en fazla üç dört kere görmüş. Neyse… sonunda istikamet Almanya dediler. Okuldaki arkadaşlarıma bu haberi veremedim. Onlardan kopmak istemedim tabii ki. O yüzden sadece müdürümüze haber verdik. O da Almanya’ya gitmiş gezmiş biriydi ve bizim oraya gitmemizi istemiyordu. Geleceğimizin tehlikeye atılacağını düşünüyordu…
Eşyalarımızı topladık, hazırlandık, ama annem yoktu. Annem arabaya binmemişti. Bir ayrılıktan diğer ayrılığa sürüleniyorduk sanki. Yola çıktık. Annemin vizesi çıkmadığı için o gelememişti… Maddi yönden dolayı babamla arabayla Almanya’ya gitmeye mecbur kalmıştık. Çünkü babam üç kişinin uçak biletini ödeyemezdi. Çok pahalıydı. Maceramız böyle başladı yani. İstanbul’a doğru yaklaşmıştık, önümüzde bir gümrük görüyordum. Galiba Kapıkuleydi adı. Üniformalı insanlar çıktı karşımıza, normal polislere benzemiyordu. Kardeşim ve ben üzerimize bir battaniye aldık ve arka koltukta saklandık. O kadar korktuk ki anlatamam. Neden saklandığımızı pek hatırlamıyorum, yanlış bir şey yapmıyorduk ki… Arabayla yavaş yavaş Düsseldorf şehrine yaklaştık.
Soğuk. Korku. Heyecan. Merak. Yabancı. Gri. Siyah. Beyaz. Beton. Taş. Yabancı. Korku. Soğuk.
Vardığımız sokak çok korkunçtu. Sokağın adı Kiefernstrasse. Köpekleri zincire bağlamışlar ve yanlarında gezdiriyorlar adamlar. Evlerin üstleri, önleri hep boyalı, çok tuhafıma gitti ilk bakışta. Her yer gri gıpgri… Renkler vardı tabii ki evlerin üstlerinde ama bizim köydeki çiçeklerin renkleri gibi değil. Her şey yapmacık, doğal değil sanki. Bir gettoya gelmişiz meğer. Birçok yabancı insan var bizim gibi. Rock müziğini, punkları, rockçıları, kapının, camların önüne oturan ellerinde bira şişeleri olan insanları ilk kez bu sokakta gördüm. Sabahlara kadar içtiler, güldüler, oynadılar. Bir yandan korkuyordum tabii. Ama diğer yandan cana yakın insanlar olduğunu gördüm.
Kimseyi tanımadığımızdan ve dili bilmediğimizden dışarı çıkmamazı istemiyordu babam. Polis gelir sizi alır götürür diye korkuttu bizi, bize bir şey olur ayırır ondan diye korkuyordu aslında… Ben ve kardeşim uzun süreler hep yanlız kaldık evde. Babam işe gitmek zorundaydı. Dairemiz hemen giriş kattaydı. İnsanları sadece camdan görürdüm. Dilleri farklıydı bizden. Bazen o camın önünde çocuklar oyun oynardı. Bir seferinde Türkçe konuşan çocuklar gördük. Camdan doğru onlara „Siz Türk müsünüz?“ diye sorduk. Ne bileyim galiba bir bağ kurabilmek istedik, dilimizi bilen birisi vardı sonuçta karşımızda. Onlar da „Yok biz Türk değil, Kürdüz“ dediler. Ne demek istediklerini anlamamıştım, Kürt – Türk, ne fark eder, sonuçta aynı dili konuşmuyor muyduk? İlk kez Türk – Kürt ayrılığını orada yaşadım.
Lavabo bodrum kattaydı, yani evin içinde değil. Hiç yalnız gidemezdik, hep beraber giderdik kardeşimle, çok korkardık çünkü. Bir keresinde dayanamadık evden dışarı çıktık sokağa doğru, çünkü biz böyle dört duvar arasında yaşamayı bilmiyorduk, boğuyordu bizi. Babam da bizi gördüğünde çok kötü kızmıştı bize…
Televizyonumuz vardı, ama Almanca olduğu için hiç bir şey anlamıyorduk. Kimsemiz yoktu, annemizin gelmesini iple çekiyorduk. Ben evin kadın rolünü üstlenmiştim on yaşımda, eve yemek yapardım, çamaşırları yıkardım, kardeşime teselli verirdim. Babama kavuştuk diye sevindik aslında, ama o da sabah akşam çalıştığı için yüzünü çok az görüyorduk. Gececi olurdu çoğu kez. Bazen geceleri dışarıdan rock müzik sesleri gelirdi içeri, ilk duyduğumuzda çok korkup sarılmıştık birbirimize, ağlamıştık…
Çoğu zaman geceleri üzerimize yorganı çeker hikayeler anlatırdık. Daha güzel günleri ve geleceğimizi hayal ederdik.
Hani o uzun, güzel, kıvırcık saçlarımdan bahsetmiştim ya, onları kesmek zorunda kaldık. Annem yoktu, yıkaması kurutması zor oluyordu. Çocukluğumun da o saç tellerinin yere düşüşü gibi birden yok olduğunu düşünmüştüm o gün…
O yaşadığımız, annesiz geçen, iki ay beni Almanya’dan o kadar soğuttu ki, sonrasında da hiç ısınamadım. Babama da kızamıyordum, çünkü hayat şartları ne yazık ki bunları gerektiriyordu. Bazen içimden „İnşallah annemin vizesi çıkmaz da geri döneriz!“ diyordum… Çünkü o iki aydan sonra, memleketimi, arkadaşlarımı daha da özlemiştim.
Annemi havalimanından almaya gittiğimiz gün, ilk rahatça dışarı çıkabildiğimiz gündü. Anneme kavuşmuştuk! Sarıldık birbirimize, saatlerce ağladık… Annem gelir gelmez hemen temizlik işine başladı, kardeşlerime bakma yine bana düştü yani. Bizden beş sene sonra bir erkek kardeşim daha dünyaya geldi. Benimse Allah’tan tek dileğim bir kız kardeşti. Bana destek olurdu, yoldaşım olurdu diye çok diliyordum bunu Allah’tan.
Okul hayatımda iki senemi kaybettim Almanca yüzünden. Üçüncü sınıftan başlattılar bizi. Frau Schulte diye bir öğretmenim vardı, onun sayesinde okuluma alışabildim ve Almancayı çat pat olsa da konuşabilmeye başladım. Yine başarılı bir öğrenciydim, tek problemim yeni dildi. Babam karate yapmayı çok severdi, o yüzden bizi de karate kurslarına götürdü. Birçok sosyal faaliyete katılmaya başladım. Hem karateye giderdim hem de bizim Kiefernstrasse’de dershane gibi bir yer vardı. Oradakiler sağ olsun bize çok yardımcı oldular. Biz derken, beni ve farklı farklı ülkelerden gelen çocukları kastediyorum. Geziler organize ederlerdi, Almanca öğrenmemize yardımcı olurlardı…
1993 yılında nihayet bir kız kardeşim dünyaya geldi. O kadar sevindim ki, havalara uçtum sevinçten. Annem işten işe koşuşturduğu için benim ellerimde büyüdü sayılır. On üç yaşında bir kız için bunlar gerçekten kolay değildi… Babaannemi artık daha iyi anlıyorum, ona hak veriyorum yaşananlardan sonra…
Yaşanan zorluklara karşı yine de başarılı olmayı başardım. Okulumu bitirdim. Ama içimde hala bir özlem… Gurbet kelimesini Almanya’ya vardığım güne kadar tam olarak anlayamamıştım. Acı ve üzücü bir şeymiş meğer…
Türkiye’de yarım kalmış bir hayatım vardı, onu tamamlamam gerekiyordu. 2005 yılında kararımı verdim. 2006’da 26 yaşında büyük adım attım.
Merhaba Türkiye. Ben döndüm.
Almanya’da yabancı, Türkiye’de Almancı. Bu söz alnıma mı yazılmıştı? İnsanlar bana „Sen delirdin mi? Ne yapacaksın yalnız başına Türkiye’de, evli değilsin, işin yok gücün yok.“ diyordu. Ama ben herkese başaracağımı gösterecektim. Almanya’da eğitimimi tamamlamanın, gurbette yaşamanın avantajları da vardı. Kendime güvenim vardı ve başaracağımı biliyordum. Almanya’da da kendi işimin sahibi olmuştum, bakkal açmıştık ailemle, terzilik yaptım bir süre, bir süre de lokantamız vardı, yani epeyce tecrübem olmuştu çalışma hayatında. Memleketim Trabzon’da da bir lokanta açtım sonunda. Ama bir süre sonra fark ettim ki buranın sistemi ve iş sektörü Almanya’dakinden bambaşka. İnsanlar ne yazık ki emeğinin karşılığını alamıyorlar. Ya yerlerde sürünüyorsun ya da her şey torpille oluyor. Açtığım lokanta işinde zaman zaman epey zorluk çektim, hem maddi hem manevi, ama bunların üstesinden gelebildim, çünkü ben daha kötülerini yaşamıştım…
Trabzon’dan köyümüze vardığımda yöresel kıyafetlerimizi giyerdim. Benim için yabancı veya garip bir şey değildi bu, burası benim büyüdüğüm yerdi…
Dükkanı açtıktan iki sene sonra evlendim. Eşim bana büyük bir destek oldu, yol arkadaşım oldu.
Artık aradan çok zaman geçti ve şimdi Almanya’ya dönmeyi aklımın ucundan bile geçiremiyorum. En çok neyi özledin diye sorarsanız tek bir cevabım olur: Berliner. Almanların en güzel tatlılarından bir tanesi.
Bu yazdıklarım sayesinde beni ve yaşamış olduğum hayatı belki daha iyi anlarsın. Umarım senin hayatın benimkinden daha iyi, daha kolay, daha başarılı geçer …. biricik kızım.
Annen