Sylvia Löhrmann
Kuzey Ren Vestfalya Eğitim Bakanı
“Her insan dünyada kendisinden önce daha hiç kimsenin durmadığı bir yerde durur”. Hanna Arendt “Vita activa”da bu sözleri yazmıştır. Toplumumuzun çeşitliliği içerisinde her insanın benzersiz olduğunu kavramak, pedagojik çalışmanın en önemli görevlerinden birisidir.
Farklı kültürlerden ve farklı sosyal köken ve eğitsel artalandan insanların birarada yaşadığı, çok çeşitli olan toplumumuzda, kültürlerarası yeterliklerin de geliştirilmesi giderek daha belirleyici bir önem kazanıyor. Yabancı olanla ve yabancıyla, yabancı ifade biçimleriyle ve yabancı insanlarla ilişki – bu bizim 2015 yılında belki geçmiş yıllardan çok daha fazla ihtiyaç duyduğumuz şeydir.
Ben “yabancı” sözcüğünün önüne birgün “görünüşte” sözcüğünün getirilmesini diliyorum. “Görünüşte yabancı” olanla karşılaşmak – bu demokratik anayasaya sahip bir ülkeyi karakterize eden açık bir kültüre götüren ilk adımdır. Bu anlamda bir kültürlerarası eğitim taraflıdır, o, kültürlerin yan yana olması değil, kültürel alışkanlıkların ve gelişmelerin içiçe geçmesinin ön aşamasıdır ve bunun için bu arada sıkça transkültürel gelişme kavramı kullanılmaktadır.
Kültürlerarası ya da transkültürel gelişme insanların özgürlüğünden, ifade biçimlerinin özgürlüğü ve başkalarının özgürlüğü ve ifade biçimleri karşısında saygıdan yana taraf tutat. AB yönetmeliklerinin kullandığı dilde buna “farklılık yönetimi” deniyor.
Yabancılar politikasından okulların kültürlerarası yapılandırmasına
Federal hükümetin “yabancılardan sorumlu ilk danışmanı” olan ve ardından KRV Eyalet Başbakanı seçilen Heinz Kühn 1979’da kendi adını taşıyan Kühn-Memorandumu’nu yayımladı. O Almanya için kapsamlı bir entegrasyon politikası talep ediyordu. 35 yılı aşkın bir sürenin ardından şunları söyleyebiliriz: Birçok şey başardık. Günümüzün entegrasyon politikası ile 1980’lerin entegrasyon politikası arasında çok fark var.
Kökenleri birçok farklı ülkeye dayanan öğrenciler, ister kısa süredir ister birkaç kuşaktır burada yaşıyor olsunlar ve vatandaşlıklarından bağımsız olarak, eğitimlerine okullarımızda devam ediyor. İyi ki “yabancılar pedagojisi” artık konu olmaktan çıkı. Okullar giderek kültürlerarası öğrenim ve yaşam alanlarına dönüşüyor. Burada toplumumuzun çeşitliliğe verdiği değerin boyutları yansısını buluyor. Çok sürmeden okula başlayan çocukların yarıdan fazlası ikidilli yetişecek – ne büyük bir poransiyel!
Buna rağmen kavramlarda hâlâ zorlanıyoruz. “Göç kökenli”, “göç geçmişi”, “interkültür, multikültür ya da transkültür” veya “göç pedagojisi” gibi anlaşılması zor sözcükler olayın özünü genelde ancak kısmen yansıtıyor. Ve birçok insan zamanımız gerçeklerini kabul etmekte zorlanıyor.
Özellikle günümüzde bir yanda cesaretlendiren bir “hoşgeldin kültürü” yaşıyoruz. Diğer yanda korku ve endişelendiren, kısmen şiddete dönüşen nefret. Aslında birçoğu AB üye ülkelerinden ya da aralarında Sinti ve Roman göçmenlerin de bulunduğu Balkanlar’dan gelen göçmenlerden oluştuğu için, hatalı bir biçimde yalnızca sığınmacı göçü olarak adlandırılan güncel göçün kendisi, bir kesim tarafından üstesinden gelinmesi gereken bir görev, diğer bir kesim tarafından da altından kalkılması güç bir sorun ve hatta bir tehdit olarak duyumsanıyor.
Bu nedenle toplumumuz içerisinde ve dolayısıyla da okullarımızda, çeşitlilik kültürünü çok pratik bir şekilde yaşamamız daha da önemli olmaktadır. Cumhurbaşkanımız –bence – çok güzel bir förmüle değindi: “Almanların yeni bir ‘biz’ tanımı var, farklı olanların birliği”.
Almanya’da yeni bir “Biz” – Demokrasinin “Biz” yönü
Göç bir ülkenin toplumsal ve kültürel yaşamını değiştirir. Biz bugün 1970’lerde ya da 1980’lerde olduğumuz insanlar değiliz artık. Evebeveynleri diğer ülkelerden ve dil bölgelerinden gelen insalar gibi ebeveynleri Alman olan insanlar da değişti.
Bugün bize “yabancı” görünen şey, yarın bizim açımızdan doğal görülebilir. “Yabancı düşmanlığına” özellikle “yabancıların” pek yaşamadıkları yerlerde rastlamanın bir nedeni var elbette. Bugün bize “sığınmacı” olarak gelen insanların bu statüyü kuşaktan kuşağa miras bırakmamaları için çalışmalıyız. Hanna Arendt 1943’te “Biz Sığınmacılar” başlıklı yazısında şunları söylemiştir: “Herşeyden önce bize ‘sığınmacı’ denmesinden hoşlanmıyoruz. Biz kendimizi ‘yeni gelenler’ ya da ‘göç edenler’ olarak tanımlıyoruz”.
Almanya gibi “göç alan bir ülkede” bu yaşanan gelişmenin sonu değil. Hepsi birer gazeteci olan Alice Bota, Khuê Pham ve Özlem Topçu, bunu yayımladıkları “Biz Yeni Almanlar” kitabıyla çarpıcı bir şekilde betimlerdiler.
İyi bir kültürlerarası pedagojiye, uyanık olmamız, önyargıları belirtmemiz ve onları ele almamız da dahildir. Yabancı düşmanı söylemlere, şiddete ve ayrımcılığın her türlüsüne karşı somut sözlere ve somut eylemlere ihtiyacımız var, onları henüz tohum halindeyken engelleyebilmek için!
“Irkçılığın Olmadığı Okul – Cesaretin Olduğu Okul” – bu program, taşıdığı başlıkla, en iyi anlamıyla adeta kültürlerarası okul ve ders planlamasının bir parolası gibidir. Kültürlerarası okul ve ders planlaması – bu salt Almanca dersi değildir, demokrasimiz için, kültüre duyarlı tarih dersinin ve çokdilliğin kapsamlı olarak desteklenmesi için çaba göstermeyi kapsar. Tüm bunlar demokrasinin “biz” yönü belirler.
Çağdaş bir göç toplumuna giden uzun yol
Alman vakıflarının entegrasyon ve göç danışma kurulunun 2014 için hazırladığı yıllık raporu, Almanya’nın çağdaş bir göç ülkesi olma yolunda ilerlemekte olduğunu saptadı.
Göçmenlerin birçok başarı öyküsü de bunu gösteriyor. Ama bu öykülerin çoğalmasına ihtiyacımız var. Çünkü entegrasyon için örnekler çok belirleyici!
Son PISA araştırmaları her ne kadar göç kökenli ve göç kökenli olmayan öğrenciler arasındaki adalet eksikliğinin giderilmesi noktasında belirgin bir biçimde yol katedildiğini gösterse de, bu eksiklik henüz giderilememiştir. Bu, çocukları için ebeveynlerin olabildiğince en iyi eğitimi sağlamak üzere verdiği ve daha açık görülebilen gayeleriyle elele yürümektedir.
Biz bu yolda sistematik biçimde ilerlemeliyiz. Bunun için yalnızca “hoşgeldin kültürüne” değil, yaşayan demokrasiye ihtiyacımız var.
Benim vizyonum bir paradigma değişikliğine katkı sunmaktır: “Göçmenler için entegrasyon politikasından” uzaklaşmak ve “herkesi hedefleyen toplum politikasına” geçmek. Entegrasyon, onu yaşayabildiğimizde, herkes katılımı sağladığında ve dolayısıyla entegrasyon hakkında konuşmak zorunda kalmadığımızda başarılı olmuş sayılır.
Bu hedefe ulaşmak için kültürlerarası eğitim ve de öğretimin bu yeni anlayışını güçlendirmeli, bakış açısını değiştirmeli ve eski yabancılar pedagojisinin eksiklere odaklı perspektifi karşısına farklılık-yaklaşımını koymalıyız. Parolamız eksiklere yönelmeyi bırakıp potansiyellere yönelmeye başlamaktır.
Eyalet Kültür Bakanları Konferansı (KMK) bu paradigma değişikliğini gerçekleştirdi. 17 yıl sonra, 1996’da yapılan “okullarda kültürlerarası eğitim ve kültürlerarası öğretim” önerisini yeniden ele almanın zamanı geldi. KMK’nın önerisi çeşitliliğin, kabul etmenin, değer göstermenin “farklılığın desteklenmesinin” ve “eşit katılımın” çağdaş ve demokratik okul planlaması için ne kadar önemli olduğunu vurgulamaktadır.
Böylesi bir gelişmenin dayanakları mevcut. Yaşanan güncel göç bu gelişmeyi temelden değiştirmeyecektir. Ama onu olabildiğince hızlandıracaktır. Ve bugün bazıları için sorun olarak görünen bazı şeyler, belki de yarından itibaren kendini en iyi anlamıyla transkültürel olarak tanımlayan bir topluma götüren yolda atılan bir adım olarak görülebilecektir.
İnsanlığın çeşitliliği onun en değerli servetidir. İlerleme ve gelişme için, ekonomi ve toplum, biraradalık ve dayanışma için. Bu çeşitliliği tanımak ve ona değer vermek bugün ve gelecek için, demokrasimiz için bizim kendi sorumluluğumuzdur.