Göç Toplumunda Dilsel Eğitim
Federal Almanya göç tarihini kabul etmek için uzun bir zamana ihtiyaç duydu. Bu göç tarihini gözümüzde nasıl canlandıracağımız büyük ölçüde belirsiz. Şöyle tasarımlar mevcut: Göç alan toplum, göç edenlerin baskın kültüre entegre oldukları bir kaynaşma noktasıdır; farklı kültürlerin az ya da çok kayıtsız birlikteliğini ve azınlığın/azınlıkların çoğunluk ile karşılıklı entegrasyonunu içeren bir “multi-kulti salata kasesi”. Göç toplumu kültür, cinsiyet, sosyal statü gibi farklılık sınırlarının etkilediği egemenlik ilişkilerine ve göç geçmişine sahip olsun ya da olmasın, tüm üyelerinin özdeşleşmeye dayalı entegrasyonuna yoğunlaşıyor. Bu farklılık sınırları yapılandırılmış sınırlardır ve çok kutuplu ilişkileri ve ayrımcılığın bu ilişkilerden kaynaklanan kesişimsel artışını göz önünde bulundurmak yerine, genelde ikili ayrım uygulamaları (A kültürü / B kültürü, erkek /kadın, göç kökenli / göç kökenli olmayan, eğitimsiz / eğitimli v.b.) olarak ele alınırlar. Kaynaklara erişimin bu bağlamda temel bir rolü vardır.
Dil bu farklılık sınırlarından biridir ve aynı zamanda, göç toplumunda, eğitim eşitliği açısından temel bir rol oynar. Öyle ki göçmenlerin ya da yerli azınlıkların dilini ve bu dilleri konuşan kişileri dikkate almamak, eğitim süreçlerinde açıkça mağdur edilmeye neden olur, çünkü eğitsel başarı önemli ölçüde Almancaya egemen olmakla bağlantılı, nitekim bu durum, bu dili okula beraberinde getirenleri ayrıcalıklı kılar. Tekdilli Alman eğitim sisteminde, eğitime gerektiği gibi katılabilmeleri için göçmenlerin Almancaya yeterli erişimini sağlamada ve gerektiğinde dil edinimlerinde uygun desteği almalarında, eğitim kurumunun sorumluluk üstlenip üstlenmediği sorusu gündemdedir. PISA araştırmasının yarattığı şokun ardından göçmen çocukları yalnızca kamuoyu adlısında değil, bilimsel söylemlerde de Almanca yeterliklerine indirgeniyor olsa da ve iki ya da çokdilliliği algılanmasa da, burada ikidilli eğitim ve azınlık dili eğitimi arasında ikili bir farklılık sınırı çizilmemelidir. Çünkü her ikisi de aynı ölçüde önemlidir ve ikidilli bir eğitim bağlamıyla bağlantılıdır.
Azınlık dilleriyle ikidilli eğitim yapma yaklaşımına Almanya’da hala çok az rastlanıyor. Ama varlar ve onlar salt azınlıkların (azınlık dillerinin) çıkarı doğrultusunda değil, aksine, pratikte yaşanan çokdilliliğini kabul etmesi ve bu çokdilliliği bireysel ve toplumsal bir kaynak olarak kullanabilmesi amacıyla tüm toplum için yaygınlaştırılmalıdır. Çünkü küreselleşme ülke dilini yüksek yeterlik düzeyinde bilmenin yanı sıra, küresel Frenk dili olan İngilizce ve diğer dillerde yeterliklere sahip olunmasını da gerektirir. Dil bilinci, bireysel ve toplumsal çokdilliliği dilsel yönden heterojen öğrenim gruplarında canlı kılmak ve böylece salt azınlık dillerini değil, aynı zamanda bölgesel dilleri, lehçeleri, topluluk dillerini, etnik diyalektleri v.b. kabul etme, onları yakınlaştırma ve – bu benim için çok önemli bir konu – herkes için bir öğrenim nesnesi haline getirme denemesini ifade eder. Amaç tüm bu dillerin (dil çeşitlerinin) edinilmesi değildir, amaç bir toplumsal olgu olarak dil/diller ve çokdillilik ile yapıcı bir ilişkiye girilmesidir.
Ancak tüm bunlar, eğitim kurumlarını, dil bilinci tasarılarında da ders dili olan Almancanın edinimini sağlama sorumluluğundan kurtarmaz. Atılması gereken ilk adım (eksik) Almanca yeterliğinin, ikinci dili Almanca olan (DaZ) çocuk ve gençlerin değil, ki burada salt göç kökenliler kastedilmiyor, aksine eğitim kurumunun sorunu olarak görülmesidir.
İkinci dil Almancaya atıfta bulunulmasını dahi damgalayıcı bulanlara, eğitim sisteminde olağanüstü önem taşıyan bu öğrenim alanının konu edilmemesinin de damgalayıcı olduğunu söylemek isterim, çünkü konu edinmemek, onların özgün dil edinim durumunu ciddiye almayı ve dil öğrenim başarımlarını görünür kılmayı engeller. Hala tekdilli olmaya devam eden bir eğitim sisteminde ikinci dil Almancayı öğrenenlerden bu desteği esirgemek, onların özgül dil edinim durumu nedeniyle dezavantajlarının kökleşmesini, Almancanın, eğitim sisteminin sunduğu bir öğrenim olanağı olarak değil, bir “borç” olarak algılanmasının kalıcılaşmasını sağlar. Ve ikinci dil Almancayı, öğrenenlerin değil, onu sistematik olarak her alana (özellikle eğitim planlaması ve öğretmen eğitimi alanlarına) sabitlemeyi reddeden eğitim sisteminin bir sorunu olduğunu kavramamaya hizmet eder. Benim açımdan ikinci dil Almancanın sistematik olarak hayata geçmesi, ilgili öğrencilerin karşılaştığı dezavantajların yalnızca dengelenmesini değil, aksine, eğitim politikasının, ikinci dil Almancayı öğrenenler de dahil tüm öğrenenlere eşit eğitim fırsatları tanıması anlamında kendi tekdilliliğini eğitim eşitliği sağlayacak şekilde ciddiye almasını ifade eder.
Gençlerin katıldığı ikinci dil Almanca tatil kamplarındaki deneyimler, çokdilli gruplarda (Almanca tekdilliler dışında) kendi aralarında olmanın ve birlikte kendi ikinci dil Almanca yeterliklerini geliştirmeye koyulmanın olumlu bir etki yaratmasının olanaklı olduğunu göstermiştir. Çünkü orada öğrenimde kaydedilen küçük ilerlemeler öne çıkmakta ve olumlu değerlendirilmekte, bu da dil öğrenim bilincini ve özgüveni arttırmaya katkı sunar ve belki de ikinci dil Almanca ediniminin süreçsel gelişen dil özdeşliğinin geçici olarak bir parçası olmayı sağlayabilir. Ben ikinci dil Almanca öğrenen tüm öğretmenlere, her derste, ama en azından Almanca dersinde ikinci dil Almancaya özgü öğrenim başarımlarını görebilmelerini ve gerektiği gibi kabul etmelerini diliyor, eğitim politikasından, normal derslerde gösterilen ikinci dildeki öğrenim başarımlarını tekdilli öğrenim başarımları gibi değerlendirmemesini bekliyorum (onlar tekdilli öğrenim başarımları gibi değerlendirilemez).
İkinci dil Almanca olanakları ilkece tamamlayıcı niteliktedir ve yalnızca İkinci dil Almanca öğrenen kişileri hedefler. Almancada dil duyarlı alan dersi ya da kesintisiz dil eğitimi ile eşit görülen, tüm dersleri kapsayan yabancı dil dersi yönetmeliği (Language Across the Curriculum – LAC) ise dilsel açıdan heterojen, ve nitekim ikinci dil/anadili Almanca karma öğrenim gruplarını hedefler ve tüm öğrencilerin (alan) dili yeterliklerini geliştirmek amacıyla Almancaya eğitim ve alan dili olarak yoğunlaşır. Ve her zaman olduğu gibi, herkesten söz edildiğinde, bu etiket altında, dezavantajlı konumdaki gruplara, özgün gereksinimlerinin açıkça dikkate alınmaması ve daha çok ayrıcalıklı olanlara odaklanılması anlamında eşit davranılmaktadır. Bu nedenle dil duyarlı alan dersinde de ikinci dil Almanca öğelerine açıkça yer verilmesini talep ediyorum. Artık ülkemizde çok sayıda iyi eğitilmiş, devletin okul sisteminde öğretmenlik mesleğine düz yollardan girmedikleri için istihdam olanağı bulamayan ikinci dil Almanca öğretmenleri bulunuyor. Onları alan derslerinde işbirliği kapsamında devreye geçirmek, alan dersi öğretmenlerine ve elbette ilgili öğrencilere derste büyük bir destek sunabilir. Bunun dışında öğrencilere, ebeveynlere ve diğer eğitim ortaklarına dil öğrenim danışmanlığı yapabilirler ve okulun dil odaklı profilini oluşturmaya katkıda bulunabilirler.
Bu ise ikinci dil Almanca öğrenimiyle sınırlı kalmamalıdır, çünkü çokdilli öğrenim olanakları nasıl ikinci dil Almancanın yerini dolduramıyorsa, ikinci dil Almanca da çokdilli öğrenim olanaklarının yerini alamaz. Ben ortak derslerde ikinci dil Almanca öğrencilerine bu yönde olanaklar sunulmasını ve çokdillilik öğretim bilgisini savunuyorum. Birincisinde kaynaklar ikinci dil öğrenimi için, ikincisinde ise bireysel çokdillilik bir kaynak olarak eğitim süreçlerinde kullanılır ve yalnızca yaşanan değil, ayrıca kabul gören ve kurumsal olarak sabitleşen toplumsal çokdillilik için bir temel atılmış olur.